Kiralık Aşk: Küçük dokunuşlar...

Kiralık Aşk: Küçük dokunuşlar...
Biraz kaderci bir insanımdır. Elimden gelen her şeyi yapmama rağmen, bir şey oluyorsa veya olmuyor ya da olamıyorsa vardır bir hikmeti diye, yürüyüp yoluma devam etmeyi tercih ederim. Eskiden hikâyenin gidişatını sizin belirlediğiniz kitaplar vardı. Hikâye bir noktaya kadar gelir sonrasında ise “Lisa o kapıyı açacaksa 56. sayfaya, açmayacaksa 74. sayfaya geçiniz.” der ve seçimi size bırakırdı. Ben meraklı taze, iki halini de okumayı seçerdim. Hayat öyle değil tabii ki, tüm merakımıza rağmen seçmediğimiz yolun yolcusu olsaydık neler yaşayacağımızı bilmenin imkânı yok. Şükür ki “kurgu hayatlarda” bazen bu fırsat sunulabiliyor bize.

Haldun Taner’in “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” isimli bir öyküsü vardır. Kendini bir aynanın aksinde görüp korkan ve ‘kişneyen’ yaşlı çöpçü beygiri Kalender’in yol açtığı kaza ve bunun etkilerini anlatır. Bir nevi “at etkisi” diyebiliriz. Kalender, ürküp önce bir elektrikçi dükkanına girer sonra da bir tramvaya çarpar, tramvayın arkasından gelen araç da tramvaya. Tramvay yolu kapanır haliyle. Yeni tramvayın gelişini bekleyemeyen Süheyl Bey yürümeye başladığında o elektrikçi dükkanından çıkan, üniversite aşkı Serap ile yıllar sonra karşılaşır ve birlikte sinemaya gitmeye karar verirler. Tramvaya çarpan araçtaki Artin Margusyan da geçirdiği kaza yüzünden ticaret yapacağı Sao Paulo’daki şirketi arayamaz. Bunun üzerine şirket de, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle sefalete düşmüş ve ailesini geçindiremeyen Alois Morgenrot ile iş yapmaya karar verir. Herr Morgenrot artık kızı Helga’ya istediği her oyuncağı alabilecektir. Peki ya Kalender hiç ‘kişnemeseydi’ ve tüm bu insanların hayatında o küçük dokunuşuyla, büyük etkileri yaratmasaydı?

Elde olmayan sebeplerden dolayı dönüş yaptığımız geçmiş, olabilecek en güzel şekilde kotarılarak, “Kalender’in kişnemesinin” nelere yol açtığını, Manu’daki ilk karşılaşmalarına kadar onları var eden yaşantıları, şimdi aralarına giren engellerin yollarına birer birer nasıl konulduğunu gösterdi bize. Tahmin etmediğimiz şeyler değildi elbette ama birebir izlemek, şahit olmak onlarla daha fazla empati yapmamıza katkı sağladı bana kalırsa. Geçmişin acıtarak, büyüterek hazırlayıp bize sunduğu Ömer ile Defne’yi izledik biz bugüne kadar. Ama o hazırlık safhası, o can kırıkları yani kısacası bugünlerini etkileyen kişisel tarihleri ile birlikte daha bir etten kemikten oldular benim gözümde.

Ömer, anne babasının aşklarıyla var ettikleri sıcak yuvada, ‘iyi bir insan’ olacak şekilde yetiştirilmiş, üstüne de amcası ve yengesinin samimi sevgisiyle yoğrulmuş özetle kalabalık ailesi içinde sevgi dolu büyütülmüş bir çocuk belli ki. Üstelik yanında can dostum dediği Sinan da varmış. Ama işte hayatı boyunca yanında olan tüm bu kişilerin çoğunu, ilk gençlik yıllarında teker teker ya kaybetti ya da kendinden uzaklaştırmayı seçti. İnsan kaç yaşında olursa olsun, annesi hayattaysa hala biraz çocuktur. Çocukluğunun canlı hatıra defteri var olduğu sürece çocukluğu da yaşamaya devam eder. Onu kaybettiği gün gerçekten büyür insan. Kendisini var eden kökleri kesilmiş gibi olur, yakın zamanda solup kuruyacakmış gibi gelir. Böylesine büyük bir yıkımın tozu dumanı daha durulmamışken bir de babanın kaybı hepten yıkar. Ömer’in önce ayaklarının altındaki zemin yok olmuş, sonra da başının üstündeki dam yıkılmış. Sağında solundaki duvarları tırmalayarak, çentik çentik tutunmaya çalışmış hayatta. Farkında olmasa da dedesinin de yardımıyla.

Ömer farkında değil henüz ama ailesi onun için en doğru seçimleri yapmış bugüne kadar. Öğrense kızacağı, “Beni kandırdınız!” diye feveran edeceği şeyler bunlar, fakat hayatının temel direklerini oluşturuyorlar aynı zamanda. Yetişkin bir insanın hayatının ve eğer doğru seçilmişse mutluluğunun temelini oluşturan iki konu kendiliğinden hallolmuş; işi ve aşkı… Gördüğümüz kadarıyla Sadri Usta’nın yanında çalışmaya başlayana kadar, Ömer’in özel bir ayakkabı sevdası yokmuş. Nihan daha evvel kendisine “Neden ayakkabı?” diye sorduğunda “Bizi biz yapan şey tercihlerimizdir. Ayakkabı da tercihlerimizi en net ortaya koyan şey.” diye açıklamıştı. Ayakkabıyı kendisinin tercih ettiğini sanıyor garibim. Ömer’i, onu Ömer İplikçi yapan yola farkında olmadan yönlendiren, ilk adımlarını atmasını sağlayan dedesi halbuki.

Hulusi Bey, bir tornacı ustası ile tanış olsaydı ve onu Ömer’e yönlendirseydi şu an bambaşka bir Ömer olabilirdi karşımızda. Her an bir sanayide karşılaşabilirdik mesela kendisiyle. Bir çift ayakkabı yalnızca külkedisinin değil prensin de hayatını değiştiriyor unutmayalım. Sadri Usta’nın varlığı, Ömer’e hayatta tutkuyla tutunabileceği bir amaç ve o amaçla kendisini ifade edebileceği bir iş kapısını aralamış. Ömer işini bu kadar sevmeseydi bu kadar başarılı olur muydu? Aynı şekilde Neriman Yengesi de bilmeden tam da Ömer’in hayal ettiği gibi sahici bir kızı ona eş olması için seçip yanına yollamıştı. Ayrıca Neriman’ın geçmişte Ömer’e duyduğu samimi evlat sevgisini gördükten sonra, Ömer’in gerçek hislerini ve çektiği aşk acısını anladığında Defne’yi oyunun sonunda Ömer’i terk edip gitmesi için zorlamaktan vazgeçeceğini de ummak istiyorum.


Kartal gol gol gol!

Elbette ki Ömer’in hayatta her şeye armut piş ağzıma düş şeklinde sahip olduğunu iddia etmiyorum. Ailesi yalnızca küçük dokunuşlarla Ömer’i getirip o yolların başına koymuş. Behzat Amirim gibi “Yanlış yolda yürümek doğrusunda beklemekten iyidir.” diyerek ikna etmişler çaktırmadan. Şükür ki çıkarttıkları yol yanlış değilmiş. Ondan sonrası ise kendi çabası ve azminin eseri. Hayatına yatırım yaparken bir yandan da duygu dünyasını, kendi benliğini beslemesini çok sevdim. “Yüksek insan dışına değil içine kıymet verendir.”* Tek çocuk olarak büyümüş kişilerin kitaplarla aralarında daha sıkı bağlar olduğuna inanırım. Zira kitaplar günün her saatinde, gülerken de, ağlarken de eşlik edebilir insana. Bu yüzden de en sağlam dostlardandır.

O nedenle Ömer’in ailesinin tüm fertlerinden uzakta olmasına rağmen kendini yalnız hissetmemesini çok iyi anlıyorum. İnsana insanı en yalın ve en gerçekçi şekliyle anlatan Sabahattin Ali’den daha iyi yoldaş olabilir mi zaten? Ömer neyse ki, kitaptaki adaşı gibi “içindeki şeytana” daha doğrusu içindeki acze, tembelliğe ve iradesizliğe yenik düşmemiş aksine tüm bunları terbiye etmiş. Bir tek ‘hakikatleri görmekten kaçmak itiyadını’ tam olarak silip atamamış içinden. Atamamış ki Defne’nin tüm dengesizliklerinin nedenlerini hiç sorgulamadan, üstünü örterek devam etmeye çalıştı. Ta ki bir noktada patlak verene kadar. Neyse ki hakikatleri daha fazla görmezden gelemeyecek. Defne’nin kendisinden ne sakladığını bulmayı kafasına koydu ve bu huyunun da üstesinden gelecek.

Ömer ile Sadri Usta’nın sağlam ilişkilerinin başlangıcını ve genç Ömer’in güvensizliğini görmek de bugünümüze ışık tutan detaylardı. Kendine acıma hissi varmış Ömer’in o zamanlarda. Yargılamıyorum elbette, yaşadığı acıların çok büyük olduğunu inkar etmiyorum. Kendisine yardımcı olmak isteyen akrabalarını ötelemiş ancak kendi başına ayağa kalkacak gücü de bulamamış demek ki. Hayatta en büyük acıyı o çekmiş ve bu hayatta kimse onu anlayamazmış gibi hissetmiş, ta ki Sadri Usta’nın hayatına dokunuşuna kadar. Sadri Usta, geçmişi unutmayıp ders çıkararak geleceğe ümitle bakmak ve ayağa kalkıp hayata tutunmak gerekliliğine işaret etmese, Ömer’i cesaretlendirmese, Ömer ‘hiç kimse olmaya’ devam edecek ve yok olup gidecekti belli ki. Sadri Usta tabii hayat konusunda Ömer’i yüreklendirmiş, bugünkü Ömer olması için elinden gelen desteği ve sevgiyi vermiş ama aşk konusunda Ömer hala o günlerdeki gibi kalmış sanki biraz. Sadri Usta’nın çizilen yelkenli özelinde “Hiç başka kapıları zorlamadan atıvermiş kendini denize, kurban olmayı seçmiş.” diye tanımladığı resmen bizim Ömer idi. Defne’yi fazla zorlamak yerine, anlamlandıramadığı ve sevgisiyle üstünü de örtemediği durumlarda kendi yalnızlığının denizine dönmeyi seçmedi mi her defasında? “Ya kaybedersem? Fırsatı fark ettim ve kullandım diyelim. Ya sonunda kaybedersem?” ürkekliğini ve güvensizliğini aşk konusunda üzerinden atabilmiş değil Ömer. Ama artık atacak, söz verdi; aşkına sahip çıkmak için bir arayış içine girip kendini de Defne’yi de mutlu edecek.

Defne de Ömer ile hemen hemen aynı dönemlerde hayatın yükünü sırtlamaya başlamış. Hayat ona hiçbir zaman gül bahçesi vaat etmemiş zaten ama o elindekiyle yetinmeyi bilmiş. Babası onları terk etmiş olmasına rağmen kardeşleri, annesi ve anneannesiyle birlikte, üstelik de bambaşka topraklarda kök salmaya çalışmış. Ama işte annesinin de gidişiyle zaten bir kanadı kırık iken öteki de kırıldı. Annesinin gittiği haberini aldığında kanatları gibi kalbinin de çıt diye kırılıverdiğini ekran başında ben duydum, vallahi de duydum billahi de duydum! Anne babanın vefatını insan bir yerden sonra mukadderat diye kabullenebilir, güzel anılarla avunmaya çalışabilir. Ölerek evladını ‘terk eden’ anne babaların çocuklarını hep çok sevdiklerine dair algı ve inanç sarsılmaz. Neticede ölüm bir tercih değil, bir zorunluluk. Ama bile isteye terk edilmek, çeşitli ihtimaller arasında tercih edilmemek çok koyar insana.


Yazı devam ediyor..
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER