Kiralık Aşk: Rengarenk

Kiralık Aşk: Rengarenk
Cuma gecesi bölüm bitti, ben televizyonu kapattım ve sabah gözlerini açtığında her yerin karla kaplı olduğunu gören, üstüne de okulların tatil olduğu haberini alan bir çocuğun halet-i ruhiyesi içerisinde günü tamamladım. Müjdeler olsun; tanıdığım ve sevdiğim Ömer ile Defne geri geldi! Şükür ki geçen hafta aramıza giren camdan duvarları, daha fazla yükselmesine izin vermeden yıktılar bu bölüm. Üstelik kırıkları da ayaklarımıza batmasın diye süpürüldü. Hevesle kendini sokağa atıp hiç bozulmamış karların üstünde oynayan o ilkokul çocuğu gibi sevinmeyip de ne yapayım?

Kadın erkek ilişkilerinin bin bir hali var; kar beyazından kömür karasına renk yelpazesinde yer alan her bir renk, her bir ton gibi. Kırmızının en koyu ve en can alıcı hali gibi tutkulu aşklar da mevcut, gökyüzü mavisi gibi huzurlu olan da. Uçuk yeşil gibi insana dinginlik vereni de var, parlak bir turuncu gibi her daim canlı tutanı da. Ömer’le Defne ise bunların her birini içlerinde barındıran bir gökkuşağı misaliydi benim gözümde. Geçen hafta kahverengi gibi; fazla dikkat çekmeyen, insanların giymeyi pek tercih etmediği ve hiç kimsenin “en sevdiğim renk” diyemediği bir rengin tonlarına bürünmelerini sevmeyişim de bundandı işte. Yakıştıramamıştım çünkü o güzelim gökkuşağına bu niteliksiz halleri. Oysaki bu bölüm tıpkı her köşeye kondurulan yılbaşı ağaçları gibi şıkır şıkır ve rengarenktiler.

Defne bir renk olsaydı turuncu olurdu bana göre. Sadece kızıl saçlarından dolayı değil bu düşüncem. Enerjisiyle, canlılığıyla ve neşesiyle başka bir renkle bağdaştırılması mümkün değil ki. Kimi zaman tatlı bir somon rengine bürünüyor; bu bölümde Nihan’a Ömer’in konkur şovuna rağmen ona yine de hayran olduğunu itiraf ettiği andaki gibi. Öylesine naif, öylesine samimi… Kimi zaman ise geçen haftaki gibi çok hoşnut olmadığım çürümeye yüz tutmuş ağaç yaprağı tonunda, lakin genel olarak mandalina turuncusudur benim gözümde; dinamik ve coşkulu. O yüzden içinde yanıp duran alevlerin bir yansıması gibi, tepesi her attığında topuklarını vura vura ve hiç çekinmeden Ömer'in ofisini basması, çatır çatır hesap sorması. Geçen hafta bu hallerini biraz fazla cazgır bulmuştum ama bölüm tam kıvamındaydı. Çünkü kendini Ömer'in, artık hayatında istemediği(!) eski sevgilisi ve kaale almadığı(!) junior tasarımcı zannediyor.(Daha neler!) Tüm bunlara rağmen Ömer’in kendisine sandviç göndermesi Defne'yi tabi ki de delirtir. Zordur çünkü karşınızdaki insanın bir öyle, bir böyle davranışlarını çözmeye çalışmak, tam umursanmadığınızı düşündüğünüzde gelen şık bir hareketle yeniden en başa dönmek. Defne de zaten ilk asansör sahnesinde kendinden ziyade Ömer’i çözmeye çalıştığını itiraf ediyor. Yalnız ben de baştan itiraf edeyim Defne’nin düşünüp durduğu toplantı anının “sadece stilettosuyla kalıp şahane gözüken kadın” mevzusu olduğunu sandım. Ömer’in de aklına gelen ilk bu değilse ben de bir şey bilmiyorum demektir.

Ömer diyorduk, hem Defne için hem de çoğumuz için hala kapalı bir kutu olan, çözmek için didinip durduğumuz Ömer… Hatta kimi zaman öylesine kapalı ki insan, kutunun kilitlendiğini, anahtarın saklandığını ve yerinin de ima dahi edilmediğini düşünüyor. Kanımca o da bir renk olsaydı mavi olurdu; ama elbette ki bebek mavisi tonunda değil daha çok safir renginde.”Bir renk değildir mavi huydur bende”*  İlk bakışta göze çarpmayan ancak dikkat edildiğinde farklı tonlarıyla içinde gecenin güzelliğini ve sonsuzluğu barındıran puslu bir lacivert gibi Ömer de. Zarafetini ve zenginliğini hemen öyle ortalığa saçmıyor, içine ancak Defne gibi bir güzel ışık vurunca gözler önüne seriyor güzelliğini. Defne’nin “ince bir ruhla çizilmiş” güzelim tasarımlarını incelemek, altındaki parafı bile sevgiyle okşamak için kendi başına kalmayı bekliyor. Alışık olduğumuz Ömer tam olarak da böyle bir şey işte; sevdiği kadının başarısından ve gösterdiği gelişimden gurur duyan, onun tarafından “gömülmeyi” bile bir şeref madalyası gibi göğsünde taşıyacak olan… Ömercim o dudağının kenarında beliren keyif tebessümünü hiç kaybetme emi?

Ömer normalde çok kontrollü bir adam. Sanki duygularını devamlı bir çekmecede derli toplu tutuyor gibi; aşkını da acısını da çok yansıtmıyor dışarı. Zaten bu yüzden, tamamen psikolojik nedenlerle çizim yapamamasından vahşi bir zevk almıştım. Her ne kadar Yunan Tanrı heykelleri gibi görünse de o kadar da taştan değil elbette, en nihayetinde bir insan. Dışarı pek yansıtmadığı lakin etkilendiği, dağıldığı anları da oluyor. Bunun en belirgin halini de 17.bölümde ve bu bölümde gördük diye düşünüyorum. Bu bölümde Defne, bilerek veya bilmeyerek yaptığı şeylerle o çekmecenin yere düşmesini sağladı. Bu sayede tüm duyguları da Ömer’in içine dağılıverdi.

“Sarmaşıklar gibi sardın kalbimi
Değiştirdin kanımı koydun zehrini
Örümcek gibi ördün zihnimi
Düşündükçe daha çok isterim seni”**
 
Sanki Defne’nin aylar önce damarlarına zerk ettiği zehir etkisini yeni yeni gösteriyordu. Yoksa koskoca Ömer İplikçi bir kalemle bir fıstık ezmesine dağılacak adam mıydı? Bazen yalnızca bir dolmakalem olmak ister insan. Hele de sevdiğinin kuğu gibi boynunu, kokusunu içine çekerek, bir kez olsun öpemediyse, bir öpücükle hem yangınlar çıkartıp hem de susuzluğunu dindirmeye yeltenemediyse… Olmak istediği yeri alan her şeye lanet etmesi hak değil midir? Ömer’in dudakları en çok Defne’nin tenine yakışırken, yerini bulmak için çoğunlukla huzursuzca kımıldanırken günü geldiğinde bu hasreti dindirmek Defne’nin ‘boynunun’ borcudur. “Sürekli iyi şeyleri hatırlıyor insan.” demişti Ömer ustasıyla dertleşirken. Ve işte gün geliyor o iyi şeyler insanın direncini eninde sonunda kırıyor.

Turuncu bir ara renktir; kırmızı ile sarının karışmasından oluşur. Defne’de sarının cıvıltısını gördük defalarca ama özündeki kırmızıyla ilk defa bu bölüm tanıştık. Hem de çiğ bir tonu yoktu, aksine bordoya çalan şık bir kırmızı vardı karşımızda. Ben bu dik duruşlu Defne’yi pek sevdim, hep görmek istediğim şekildeydi. Ömer’in gözlerinin içine bakarak iddiasını ve isteğini ortaya koyan, kendinden ve elindeki kozdan son derece emin, güçlü bir Defne profilini sevmeyenin aklına şaşarım. Koskoca Ömer İplikçi’ye kim bugüne kadar geri adım attırabilmiş ki? Hem de onu böylesine afallatarak? Hele o son sahne yok mu… Vurucu ve sürpriz bir final bekliyordum ama Defne’nin söylediklerini bu kadar çabuk, üstelik de Bihtervari bir hamleyle gerçekleştireceğini tahmin edemezdim. Kim ne derse desin sade bir zekanın ürünüdür bu atılan gol. Bu heyecanlı rekabette rakibini iyi tanıyan ve bunu kullanacak zekaya sahip birinin atabileceği türden, şık bir gol hem de. Savunmasındaki açığı belli etmiş bir rakibe o golü atmamak da aptallık olurdu zaten. Sen Defne Topal’sın, aptallık etme(artık)! Aşk ve tutkuyla özdeşleştirilmiş kırmızı renginin hakkı verildi, kan akışını hızlandırma etkisi de birebir seyirciye yaşatıldı, görev tamamlandı. Defne ile Ömer’in arasında sıfır temas fakat maksimum tutku vardı. Tıpkı Attila İlhan’ın dediği gibi; “akla ziyan bir şey senin elektriğin”. Üstelik sahneye cuk oturan şarkının da etkisiyle, o suratımıza kapatılan kapının üstüne “Dikkat, yüksek gerilim!” uyarılı bir kurukafa tabelası asılsa yeriydi. İçeride olabileceklere dair hınzır temennilerimi(izi)n gerçekleşmeyeceğini, gerçekleşmesinin bulundukları konumda imkansız ve de gereksiz olduğunu bildiğim için şu aşamada, ciğerci kedisi gibi kapı önünde kalmaktan hiç şikayetçi değilim. Ama ilerleyen bölümlerde hiç değilse anahtar deliğinden bakarız değil mi?
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER