70’lerde, bacak kadar çocukken, yazları yüzme havuzunda biz serinlerken kenarda bekleyen bir genç kız hatırlıyorum. Ailemin bir arkadaşlarının çok güzel kız çocuğuydu, doğduğumdan beri tanıyordum, benden on yaş kadar büyük olmalı. Bahçeli evlerin yan yana sıralandığı bir yerde, bizden bir kaç ev ötede oturuyorlardı. Bir kaç sene önce varlıklı bir ailenin kendi yaşlarında oğluyla evlendirilmişti. Aşık değillerdi, mesafeli, az konuşan bir çift olmuşlardı. Kendi yaşlarındaki kocası havuzda yüzerken o kenarda, üzerinde dizlerinin altına inen eteği, kollarını kapatan ince hırkasıyla bizi bekliyordu. Önceleri bunun geçici bir durum olduğunu, belki de hastalandığını düşünmüştüm, yoksa her yaz bizimle beraber incecik vücuduna çok yakışan bikinisiyle havuza giren, tatillere çıkan bir genç kadının bu yaz sıcağında terleyerek kenarda beklemesinin ne gibi bir sebebi olabilirdi ki?
Sonra fısıltılardan, çocuklar duyulmasın diye konuşulan her kelimeyi duyar, damadın ailesinin Konyalı olduğunu anladım. Konya. Uzak, nerdeyse baska bir ülkeye ait, kadınların havuza giremediği, ürkütücü bir yer. Bir de ne ailemde ne de yakın çevrelerinde kimsenin hoşlanmadığı, kadınların başlarını örtmesini öneren, alayla andıkları bir partinin lideri ile özdeşleşmiş bir şehir üstüne üstlük.
Dedem kızlarına özel bir ilgiyle yaklaşmış, hepsinin bilhassa okumalarına özen göstermişti. Kızları da kendi çocuklarına bu hassasiyeti geçirmiş, hatta nerdeyse bu konuyu bir saplantı haline getirmişlerdi. Sınıfsal ayrımlarının başında giderek okuyanlar ve okumayanlar gelmeye başlamıştı zamanla. Sınıfsal ayrımları elbette bununla sınırlı değildi ve katı sayılabilecek annelerinden mirastı.
Annanem, genç ve güzelken, kendinden yaşlı ama varlıklı olan dedemle pek de istemeden evlendiğinde bu evliliğin ona getireceği en iyi şeyin belki de o güne kadar çok da farkında olmadığı ama farkına vardıkça hoşlandığı sınıfsal üstünlük olduğunu kıvrak zekasıyla kavramıştı. Varsıllık, kız çocuklarının okutulması, erkek çocuklarına uygun gelinler bulunması, güzel ve başarılı torunlara yol açılması hep bir sınıfsal üstünlük aracıydı. Hiç yeteneğim olmadığı halde senelerce piyano dersi almam da o sınıfsal üstünlük sağlama araçlarından sadece bir tanesiydi.
Bunları çocukken farkına varmadan yaşıyor ve zamanla içselleştirebiliyorsunuz bazen. Farkına varmadan ayrımcı, yargılayıcı, sınıfsal alt-üst geleneklerinin sürdürücüsü olmak giderek konfor da sağlayabilir, hele Türkiye gibi bir ülkede o konfor balonunun içinde hiç farkına varmadan bir hayatı sürdürebilir ve bu genetik kodlamaları kolayca sizden sonrakilere aktarabilirsiniz.
Oysa bunu yapmamayı, bu kodları sorgulamayı, farklılıkları ve aynılıkları keşfetmeye çalışmanın yorucu ama hayata, yaşamaya anlam veren bir uğraş olduğunu anlayanlar da var. Berkun Oya bunlardan biri, yazdığı ve yönettiği, Netflix'de yayınlanan herhalde en derinlikli dizilerden biri olan Bir Başkadır ile memleketin kültürel, sınıfsal, dilsel, dinsel tüm fay hatlarının üzerinde nazikçe gidip geliyor. Nezakati bir şey dememek anlamında değil, yargılamaktan kaçarak, hasarlı ruhların savaş alanı haline gelmiş bir toprağın insanlarının hâlâ, belki, tam da bahsettiğim 70'lerden kalma bir ortak ruhunun olabileceği tasavvuru üstüne söz alıyor.
Ertem Eğilmez filmleri ile özdeşleşen o dönem sinemasının umut veren, aile filmlerinin iskeletini alarak bu iskeletin üzerine yepyeni, sağlam, hiç de ışıldamayan ama tamamen bize ait bir yapı kuruyor. Biz kimiz sorusunun cevabını arayarak süren sekiz bölümde, 70'ler filmlerinin kimi klişelerini kullanarak ama hiç klişeye düşmeden, kalın ve renkli kalemlerle altını üstünü çizerek bize göstermeden, bir Ara Güler fotoğrafı kadar sade, bir şiir kadar içe işleyen karakterlerle bize ülkenin son 50 yılının insan topografyasını çıkarıyor.
Konya 70'lerde bir kesim için ürkütücü anılarla varolan bir Anadolu şehriyken 2000'lerde artık yer yer dev bir kasaba haline dönüşen Istanbul'dan kaçmak isteyen genç kızların nefes alma alanı haline gelmiş bir yer, hem hayatta hem dizide. Çok değil iki en fazla üç kuşak geriye gittiğimizde ülkenin büyük çoğunluğunun ailesindeki kadınların başında örtü olduğu halde, giderek sınıfsal bir fay hattının en çok söz aldığı yer haline gelen örtülü olmak ve başı açık olmak meselesi hiç durmadan ters yüz ediliyor dizide, başka bir çok “mesele” gibi. Başını örten ve sınıfsal olarak artık en üstte yeralan kimilerinin acımasızlığı, başını Konya'da okurken açan kızına şevkatle yaklaşan inançlı bir babanın yalnızlığı, gökdelenlerde yaşayan yeni kuşak zengin erkeklerin, dizi oyuncusu ve ayakları yere basan kadınların, yoga derslerinin, mevlutlerin, birbirine aşık kadınların, kalbine giren erkeğin illa da yakışıklı olmasına değil ama hakikatli olmasına gönül verenlerin, yarım kalmış aşklara söylenen acıklı şarkılara el çırparak, içten bir neşeyle eşlik edenlerin usulca, birbirlerine değerek, birbirlerini değişmeye, düşünmeye yönelterek yaşadığı bir hikaye sarmalı.
Sınıfsal ayrımın yok edilmesi, sistemin devrilerek yeniden ve adil bir düzen kurulması ya da benzeri büyük işlerle ilgilenmiyor ne dizinin kendisi ne de kahramanları. Sanat bunla ilgilenmez zaten, sanatın esas hammaddesi tek başına insandır, o insanı anlamlandırmak tüm bu büyük dönüşüme ancak belki bir zemin hazırlar, ya da hazırlamaz. Ama sanat bize şunu yaptırır: bir hikaye bir hatırayı, bir kahraman bir duyguyu, bir suskunluk bir küskünlüğü hatırlatır, içsel bir kazıya, bazen bir sorguya, durup düşünmeye yollar hazırlar.
Bir Başkadır sadece adını aldığı şarkıyı zihnen tamamlamanızı beklemiyor, ülkenin geçmiş ve şimdisinde sallanan, ne olduğunu, ne yaptığını, neden ve nasıl yaptığını anlamlandırmaya çalışan tüm kuşaklarına kendilerini, esas ve öz olarak sadece kendilerini hatırlamalarına gidebilmeleri için bir el uzatıyor, o eli, eğer isterseniz, tutmanızı bekliyor. O kadar. Bir dizi bundan fazla ne yapabilir? Ama bu sadece sıradan ve hasbelkader yapılmış bir dizi de değil, Berkun Oya'nın önceki işlerinin uzun ve ince bir uğraşla vardığı bir nokta, bir büyük söz. O nedenle bu yapıtın önemi dizi sınırlaması ile kalacak bir şey olmamalı, hem ülkenin kendisini, hem Oya'nın büyük yeteneğini yalnız bırakmayacak bu sözü konuşmak ve anlamaya çalışmak da bizden istenmeyen ama fazlasıyla hak edilen bir durum, bu durumun hakkını umarım verebiliriz.