Böylesi ilk defa geliyor başıma. Genelde film
biter, iyi ya da kötü olduğuna bütüne bakıp karar veririm. Bu, özel bir durum
oldu. Seyretmeye başladığımda “Tüh!” diye hayıflandığım film, finale vardığında
“Vay!” dedirtti. Lisa Azuelos’un Dalida
filminden bahsediyorum.
Biografik film yapmak zor iştir. Zorluğu da
rejisörün vermek zorunda olduğu bir karardan gelir: Anlatmak istediği,
kahramanın hayatının neresi? Başı mı?
Sonu mu? Ortalarda bir yerde önemli bulduğu bir dönem mi? Tamamı mı?
Sonuncusu hariç, ötekilerin hepsi, herhangi
bir film hikâyesinin göreceği muameleyi görecektir– rejisör, anlatmayı seçtiği
hayat dilimi için senaryoyu ve reji dilini genelgeçer ‘iyi film’ formüllerine
uydurur, başı ağrımaz, hatta işinde mahirse, göğe de erebilir.
Yok eğer “Ben kahramanımın bütün hayatını
anlatacağım” diyorsa, nereden başlayacağını bilemediği için saman dolu ahırda
açlıktan ölen eşeğin hikâyesi hep aklının bir köşesinde olacaktır. Analoji
yerine tam oturmadı, farkındayım, ama siz anladınız mevzuyu. Risk büyük.
Büyük dediğim risk de şu: Bütün hayatını
anlatmaya kalktığında, hele de sıra dışı ve misafiri bol bir hayat anlatıyorsan,
büyük umutlarla giriştiğin film, kahramanının hayatına girenlerin resmi geçidi
hâline dönüşebilir. Resmi geçitlerde kimse sizinle sohbet etmek, size kendini
anlatmak için durmaz biliyorsunuz, geçer giderler, siz de merak ettiğiniz
hayatlar uzaklaşırken el sallamakla yetinmek zorunda kalırsınız.
Bana filmin başında “Tüh!” dedirten his tam da
bu histi işte; sahne adıyla Dalida’nın, kütükteki adıyla Yolanda Cristina
Gigliotti’nin hayatının özetini izliyormuşum da, belgesel kategorisinde olması
gereken film, kapıyı açık bulup biografi kategorisine sızmış gibi bir his. Bir
yarım saat falan sürdü, sonra geçti – filmin o bölümü hakkındaki öznel
haklılığımdan vazgeçmiş değilim ama. Öyleydi.
Kadının hayatına o kadar çok erkek girmiş ve
hepsi de o kadar ilginç figürlermiş ki, her birinin Dalida ile ilişkisi başlı
başına bir film olmaya değermiş aslında. Ama elimizde şu an Azuelos’un seçimi var,
oradan ilerleyeceğiz mecburen.
Şöyle bir seçim yapmış Lisa Azuelos: “Dalida’nın
erkekleriyle ilişkilerini işlemem gerektiği gibi işlemeye kalkarsam bu film Once Upon A Time At Dalida’s gibi 3–4
saatlik bir şey olur, neticede bir Sergio
Leone değilim, hiçbir prodüktör bana o krediyi vermez. O halde şöyle
yapacağım, Dalida’nın erkeklerinin Yolanda’da bıraktıkları hasarların peşine
düşeceğim.” İyi de yapmış bana sorarsanız; yani hem seçimi iyi olmuş, hem de
yaptığı seçimi hayata geçirme şekli. Bunu da film ilerledikçe, sahne–sekans
anlamaya başlıyorsunuz, anladıkça da maharetini takdir ediyorsunuz.
Bu anlama meselesine en önemli katkıyı
şüphesiz rejisörün kendisi veriyor. Tevellüt itibarıyla (1965) belli ki
vaktiyle onun hayatına da değmiş
Dalida –da, diyorum, çünkü, yedinci
ya da sekizinci doğum günüm olmalı, hediye yerine, kendi hediyemi kendim alayım
diye hediyenin parasını vermişti ailem, ben de kasabanın tek plâk dükkânına
gidip bir adet Rolling Stones bir adet de Dalida kırkbeşliği almıştım –sebepsiz.
Dalida kırkbeşliğinin bir yüzünde Salma
Ya Salama şarkısı vardı, öteki yüzde ne vardı hatırlamıyorum –şehirli
göçebelerin anı biriktirmesi zor iştir, bilirsiniz; ayrıca, ‘göçlü bir hayatı’
anlatan şarkının plâğının kalmaması da
şarkının ruhuna yakışır zaten. Üzülmüyorum. Neyse, dönelim rejisöre. Azuelos,
az önce bahsettiğim ‘adamların kadında bıraktığı hasarlar’ meselesini, önce
senaryoda, sonra da sahne ve oyuncu yönetiminde çok ince işlemiş. Filmin
başında Yolanda, yontulmamış koca bir taş gibi karşınızda; hani Dalida’yı
tanımasanız ‘bundan bir halt olmaz’ bile diyebilirsiniz, ama diyemiyorsunuz, Azuelos
demenize müsaade etmiyor, eline keskiyi alıp karakterini yontmaya başlıyor.
Başta neye dönüşeceğini bilmediğiniz ve halâ gözünüze koca ve şekilsiz bir heyulâ
gibi görünen taş, yavaş yavaş etten kemikten bir heykele dönüşüyor –bütün keski
izleri ve çatlaklarıyla birlikte; ki zaten o yüzden tanıyor, anlıyor ve
seviyorsunuz. Muhtemelen. Finale doğru, yani anlatılan hayatın sonuna doğru, bu
hayatın başka türlü sona ermesinin mümkün olmadığını anlıyorsunuz. Evet,
Dalida’nın hayatının nasıl sona erdiği artık hepimizin malumu, ama Yolanda
oraya nasıl geldi onu bilmiyoruz, onu da işte Azuelos çok iyi anlatıyor. Yarın
bir gün Philip Seymour Hoffman filmi
yapacak olanlardan da benzer mahareti görmek isteriz. Araya parça atmış gibi
oldum ama, o adamın gidişine halâ yazıklanıyorum. Bizi kendinden mahrum ettiği
için kızgınım hatta. Neyse.
Rejisörün katkısından bahsettik, diğerlerini
de analım. Sinematograf Antoine Sanier,
meselâ. Büyük iş çıkarmış. Detay işçiliği takdire şayan. Filmin atmosferine de
karakterin dünyasının seyirciye yansımasına da katkısı büyük. Başka bir filmde olsa ‘Hadi
len!’ diyeceğiniz bir dolu cinlik yapmış, ama hepsi de dönemin ruhunu yansıtan
cinlikler olmuş. Yaşını öğrenemedim, o dönemleri bizzat yaşayıp yaşamadığını
bilmiyorum, ama eğer yaşadıysa bravo, o yılları ışığı ve kamerasıyla çok iyi
aktarmış; yok, yaşı tutmuyorsa, o zaman bu krediyi Azuelos’un hesabına yazmak
gerekebilir. (Bunu da hep merak etmişimdir: Bir sahne izlersin, sahnede olan
biteni anlatmak için kameranın yaptığı seçime bayılırsın, bu seçimi yapan
rejisör müdür sinematograf mıdır bilmek istersin de bilemezsin ya. Ekip işi
deyip geçelim.) (Ama merak bâki.)
Filmin iyiliğine hakikaten görkemli bir katkıyı
da sanat grubu vermiş. 1950’lerden 1980’lerin sonuna kadar yaklaşık otuz küsur
senelik değişimi, görebildiğim, hiçbir detayı atlamadan şahane yansıtmışlar. Filmde
geçen yılların büyük bölümünün canlı tanığı olarak işçiliklerine ve
sanatkârlıklarına şapka çıkarttım. Çoğu filmde, başarılı sanat yönetimi filmin
atmosferini o kadar doğal çizer ki, fark etmezsiniz; başarıdır bu. Filmden rol
çalmaz. Bazı filmlerdeyse, tam tersi; evet, belki filmden rol çalar, ama bu da
başarıdır. Filmdeki karakterlerden birine dönüşür. Dalida’da da bu olmuş. Ben sevdim. O şahane yılları özlediğimi fark
ettim. İyi geldi.
Kapanışı da Dalida’yı canlandıran Sveva Alviti ile yapalım. Bu film
yapılırken Yolanda Gigliotti yaşıyor olsaymış, muhtemelen o da Dalida’yı Alviti’nin
oynamasını istermiş; Dalida’yı oynamamış, Dalida olmuş kadın. Dalida’yı
oynarken, Yolanda’yı da ihmal etmemiş ama –babası dahil bütün erkeklerinden
aldığı hasarları kat kat giymiş, şahane final sekansının podyumuna öyle çıkmış.
Alkış!
Kapanış anonsu yaptım, kapatamıyorum: Bir
alkış da on sekiz kişilik saç–makyaj ekibin başındaki Mabi Anzalone’ye. Otuz küsur yılın Dalida’nın yüzüne yüklediği
değişimi hiç abartıya kaçmadan, ufacık dokunuşlarla çok başarılı vermiş. Az her
zaman çoktur derler, bu durumda tam
kıvamında olmuş. Bravo!
Henüz seyretmediyseniz, size iyi bir film
tavsiye edebilirim – Dalida.