Yaşadığımız toplum distopyaya dönüşüyorsa, Utopia'ya sarılmanın zamanıdır
17 Eylül 2014
İnsan tanımı nasıl yapılır? Biyolojik açıdan oksijenle yaşayan bir canlı diye mi, sosyal varlık açısından toplumun mevcut değer ve normlarını öğrenen/uygulayan bir birey diye mi, yoksa Aristotelyen bir bakışla sonsuz arzuya sahip politik bir varlık diye mi tanımlanır?
İnsan sosyal bilimlerin merkezi alanında mevcudiyetini gösterdiği için şüphesiz çok defa tanımlanmış ve incelenmiş oluyor. Biz ise tüm bu tanımların arasına naçizane "İnsan hissedendir." diyoruz. Ta doğduğumuz andan hatta anne karnından itibaren hissettiğimiz söylenir tıp bilimi tarafından. Bu yüzden hikayelere bu kadar inanırız, bu yüzden okumak istediğimiz kitaplar ve film/dizi listelerimiz daima uzayan, altına her zaman ek alan halde. Çocukken defalarca ebeveynlerimizden dinlediğimiz hikayelerden hala bıkmamamızın sebebi de "hissediyor" olmamız, hissedip insan olduğumuzu tam olarak algılamamız işte. Bir kitabın altını çizmeye başladığımızda aynı zamanda birileriyle aynı hissedebilme duyusuna sahip oluyoruz yahut bu yüzden sevdiğimiz yönetmenler "Filmimden çıktıktan sonra birkaç saat kendinize gelemiyorsanız iyi film yaptım sayılır." diyorlar. Zamanla, yaşadıklarımızla bu hissetme duyumuzu nakış gibi işlemeye başlıyoruz. Bazılarımız gaddar, bazılarımız sevecen bazılarımız da kahveyi orta sevenlerden oluyor. Yine hissebildiğim (yani altını çizdiğim) bir kitapta fotoğraf ve televizyonun işlevselliği ile ilgili bir bölümde şöyle yazıyordu:
"Fotoğraf da televizyon da iki boyutludur. Oradakilerin üzerine basıp geçemezsiniz."
Evet, geçemeyiz. Ama bu cümlenin benim açımdan alt metni; televizyonda yahut bir fotoğrafta karşılaştığınız bir durum siz onu hissetmediğiniz sürece iki boyutludur. Siz ne zamanki televizyondaki karakterle konuşur, onu rol icabı olduğunu biliyor olsanız bile hissederseniz işte o zaman bu bahsettiklerim çok boyutlu oluyor. Hani şu gözlüklerle izlediklerimizden bile çok boyutlu. Karakteri bu denli sahiplenmek yahut hikayenin peşinden öğrenmek uğruna gözü kapalı gitmek aynı zamanda hala hissediyor olmamızla doğrudan etkileşimli.
Utopia, 2013 yapımlı Channel 4 dizisi. Ütopyadan distopyaya giden bir hikayeyi kovalamaya ve hissetmeye hazır olun. Rol icabı olduğunu bile bile karakterlere sarılacak kadar yakın olmaya ayrıca hazır olun. Yazının başlarında bahsetmiştik ya yaşadıklarımız bizi bir karaktere büründürür, bazen iyi bazen kötü oluruz. Utopia'da izlediğiniz tüm karakterlerde aynı bizler gibi yaşadıkları sonucunda öyle karakter oluyorlar. Ben karakterleri sanki akşam kahve içmeye çağırmışım da size de kahve yanı muhabbetini anlatıyor gibi oluyorum ama izlediğinizde siz de hissedeceksiniz karakterleri. Belki siz de akşam kahve içmeye çağırırsınız. Hikayeye bu kadar inanıyorken dizinin yaratıcılık kısmını üstlenen Dennis Kelly'in adını analım burada. Dizinin karakterlerine ayrıca değinmek gerek, sahicilikleri ile methiyeler düzebileceğiniz cinsten. Belki de uzun süredir sevemediğiniz anti karakteri bu dizide seveceksiniz. Bazı karakterlerin kendine has özellikleri olur ya Utopia'nın anti kahramanın da kendine has yürüyüşü ve konuşması var. Seneler sonra "Where is Jessica Hyde?" cümlesini duyduğunuzda aklınıza ilk Arby'nin yürümesi gelecek. Bunun garantisini veriyorum, seneler sonra buluşup sonucu konuşalım. Arby dışında Wilson Wilson'u hiç özelliği olmasa bile ismiyle hatırlarsınız. Ama ilk bölümle aklınıza kazınacağı aşikar, o kısmın spoiler'ını vermiyorum. Bu iki karakter dışında lan Johnson ve Becky de ana hikayenin merkezlerinde olan karakterlenden. Hani aranılan Jessica Hyde vardı ya onu da hemen göreceksiniz, merak etmeyin. O da yeterince hikayemize inanmış bir karakter yani.
Dizinin sinematografik açıdan belli çizgilerin dışına çıktığı aşikar. Klasik dizi mantığının yani sadece hikaye takibi mantığının olduğu bir dizi hayali kurmayın. Dizinin sinematografisi hem kendisini hem de izleyicisini belli bir çıtaya koyarak başlayıp devam ediyor. Bir dizi için kusursuza yakın planlarla karşılaşabiliyorsunuz. Utopia'yı ilk dakikalarda sinemasal materyal olarak diğer dizilerden ayıran bir özelliği de color correction (renk kullanımı). Bir hikayeyi takip etmeye çok müsait. Dizide hikaye takibi renklerle oluşturulmuş atmosferlerle sağlanıyor. Bazen sarı bazen mor renkleri ya da diğerlerini öylesine canlı kullanıyor ki yönetmen, işte tam küçükken gece yattığınızda gözlerinizi kapatır da bir hikaye dinlersiniz ya he tam oradasınız bu yönetmen tercihleriyle. Belki de yönetmen bize bu tercihleriyle bir masalın kapağını açıyor. Bu görsel şölen aynı zamanda estetik hazzın da bir dizi ile verilebileceğini kanıtlar nitelikte. Belki aramızda konuşuyor olsak dizi aleminin Wes Anderson'u derdik yönetmen için, şimdi benzetilmek hoşuna gitmez bir de görürse alınır filan, aramızda bu sırda aramızda. Şey çok acayip, bir hikayeye inanıyorsunuz, bazen istediğinizle yetinmeyip kendi kafanızda o hikayeye ya uzun metraj ya kısa metraj ya da haftalık bölümler halinde kurguluyorsunuz. Hatta renk bile atabilirsiniz hikayenize. Belki de hikaye dinlemeye küçücük yaşlarda başladığımız için hikayelerimiz bu kadar renkli.
Yaşadığımız toplum giderek distopyaya dönüşüyorsa o vakit iyice ütopyaya sarılmanın vakti geliyor demek. Yazının başından beri araya sıkıştırdığım görselleri bilinçlice seçtim ve size dizinin hikayesinin ne olduğunu hâlâ anlatmadım. Bilinçlilik kısmım açıklamamla alakalı. Sıkı durun, gelecek o da. Görsellere bir daha bakın isterseniz. Bütün bu olanlar, karakterlerimizin inandıkları ve peşinden gittikleri bir çizgi roman kitabını aramaya başlamaları ile Utopia'ya dönüşüyor. Hikayelere hala inananlar var, ütopyalarımız cepte beyler bayanlar. Bizler hikaye dinleyerek büyümüş insanlarız, hislerimizi alamayacaklar korkmayın sakın. Renkli hem de.