Güneşi Beklerken’i izlerken hikayeye nasıl dahil olduğumu
hatırlıyorum da başta Hande Doğandemir’in hayat verdiği Zeynep olmak üzere tüm
karakterler sayesinde o dünyanın bir parçasıydım sanki. Sonrasında Hande
hayatın birbirinden farklı tonlarına o kadar hızlı ve keyifli şekilde büründü
ki her seferinde “Onun bu hızına ayak uydurmak zor, bir türlü yolumuz
kesişmedi” dedim. Kaybedenler Kulübü
Yolda vesilesiyle bir araya geldiğimiz Hande ile aslında aramızda ses kayıt
cihazı olmadan birkaç kere karşılaşmış; yeni sezondaki tiyatro oyunlarından
söze girip ortaya karışık çerez misali farklı konulardan da ayak üstü
konuşmuştuk. Ancak Kaybedenler Kulübü
Yolda’nın Sevda’sı bu röportajın mimarı oldu. Biz de fona Hande
Doğandemir’in Osho kitapları misali yüksek enerjisini alarak önce
beyazperdedeki bu son deneyimi üzerine sohbet ettik; Güneşi Beklerken’i de anıp sektörden dem vurarak finali hayaller ve
dünyasında yaptık.

● Kim bu Erol Egemen diye sorarak
bodoslama giriş yapayım (gülüyoruz.) İşin esprisi bir yana sete adım atana
kadar bu isim ve Kaybedenler Kulübü ne
anlam ifade ediyordu?
Ben de elbette Kaybedenler Kulübü’nü defalarca
izleyenlerdenim. Öncelikle gerçek hikayelere hep ilgim vardı. Radyo programına
yetişemedim ve açıkçası filmle beraber öğrendim. Bir alt kültür hikayesinin bu
denli cesur şekilde anlatılması her zaman karşılaştığımız bir durum değil. Bu
nedenle de Kaybedenler Kulübü de kült
olurken, her repliği de slogana dönüştü. Ve bir gün hayat yolumu bu hikayenin
bir parçasıyla kesiştirdi. Çok heyecan vericiydi tabii.
● Kaybedenler Kulübü, senin de bahsettiğin gibi bir alt kültürün ürünü
ve aynı zamanda alt kültürü doğuran bir “marka”. Ergenliğine, üniversite
yıllarına dönecek olsak hangi alt kültüre karşı ilgin vardı? Müzikle aran
nasıldı o dönem? Mesela o dönemki Hande’nin playlist’indeki 10 şarkıyı
söylemeni istesem…
Bir Ankaralı olarak filmle
beraber kendimi Kadıköy kültürünün içinde bulduğumda Ankara’daki o yılları ne
kadar özlediğimi fark ettim. Seymenler Parkı, Tunalı’nın arka sokakları, Mini
Bar’ın kaldırımları… Ancak o dönemde Ankara’da gençliğini geçirenlerin
anlayabileceği, bugün hala konuştuğumuzda “Ne güzeldi her şey” diye andığımız o
dünya… Müzik elbette başroldeydi. Sabahtan akşama kadar bir an olsun müziğin
sesi kısılmazdı (gülüyor.) O yıllarda en çok dinlediğim şarkılar ise şöyleydi:
Santana – Smooth, Muse ve Placebo’nun
tüm şarkıları, Red Hot Chili Peppers – Californication
ve Otherside, Nirvana – Smells Like Teen Spirit ve Come As You Are, Radiohead – Creep ve Karma Police, The Cure – Friday
I’m in Love, Oasis – Wonderwall…
Daha uzayıp gider bu liste (gülüyor.)
● Kaybedenler Kulübü Yolda, senin için nasıl bir yolculuktu?
Başta biraz riskli ve zor
olabileceğini düşünüyordum. Fakat kendimi, tanıdığım ve güvendiğim bir
yönetmene bırakma lüksüm vardı. O yüzden kendi kendime sınav verdiğim bir film
oldu Kaybedenler Kulübü Yolda. Zorlu
ve yoğun sahnelerimiz vardı. Nejat’la (İşler) olan duygusu yüksek her sahneden
sonra ikimiz de duygusal olarak ne kadar yorulduğumuzu fark ettik. Fakat
sonrasında kendimle ilgili aldığım geri dönüşler beni inanılmaz mutlu etti ve
tüm yorgunluğa değdi.
● Bu yolculukta Nejat İşler, Yiğit Özşener ve Merve Çağıran
senin için nasıl yol arkadaşlarıydı?
Nejat ve Yiğit ilk günden
karakterleri üstlerine giydiler. Zaten çok hakim oldukları bir dünyaydı. Merve
ve benim için bu hakimiyete ayak uydurmak zor gibi görünse de hem onlar hem de
yönetmenimiz çok yardımcı oldular. Zaten güzel yerlerde çekim yapmak, yolda
olmak farklı bir set disiplini de kazandırdı. Gayet keyifli bir süreçti.
● “Yolda olma” hali senin için ne ifade
ediyor? Hangi obje, şarkı, film, kitap veya popüler kültür ürününü vb.
çağrıştırıyor?
“Yolda olma” hali bazen
bir kaçış, bazen keşfetme, bazen yüzleşme ve bazen özgürleşme benim için.
Otomobilin camlarını açıp sıcak esen rüzgarda en sevdiğim şarkıları dinleyerek
olanları ve olacakları düşündüğüm, hayaller kurduğum bir an geliyor gözümün
önüne.
● Filmde;
“Ah be şimdi herkes keşfedecek” ile “Ne güzel ki böyle bir filmle daha görünür
/ duyulur oldular” dediğim bir ikilinin şarkısı var; OzBi & Gülce Duru’nun
‘Olmazlara Yandım’ı. Kaybedenler Kulübü’nün
ruhundan çıkarak sorayım; hayatına baktığında ne için “olmazlara yandım”
cümlesini kullanırsın?
Ah, ne güzel şarkı, değil
mi? Bana da oluyor, kimse keşfetmesin dediğim filmler, kitaplar, yerler… Fakat
bazen güzellikleri paylaşmak da çok kıymetli. O coşkuyu herkesle paylaşmak
isteyebiliyorsun. Hayatı akışına bırakamadığım zamanlar için “olmazlara yandım”
diyebilirim. Mutluluğu da, mutsuzluğu da başkalarına bağladığım, kendi içime
dönemediğim, huzuru önce kendi içimde yakalayamadığım ve kontrolüm dışında
gelişen anların sorumluluğunu aldığım zamanlar için söyleyebilirim.
● Oyunculuk
mesleğini icra edenlerden genelde şu sözleri duyarız: “Kendimi ifade
edebildiğim en iyi alan.” Bugüne kadarki projelerine baktığında kendini en iyi
ifade edebildiğini düşündüğün iş hangisiydi? Kendini oyunculukla ifade etmek
sana ne hissettiriyor?
Kendimi ifade edebildiğim
en iyi alan tanımını kullanır mıyım emin olamadım açıkçası. Farklı karakterleri
tanımak, onları anlamak, empati kurmak, her seferinde bambaşka bir dünyaya
dahil olmak, her proje için yeni ve kendi dünyana katabileceğin bir sürü şey
öğrenmek çok heyecan verici deneyimler. O yüzden bu işi yapmayı çok seviyorum.
Her seferinde kendimi zorlamak, ruhuna büründüğüm karaktere inandırabilmek ve
bunun geri dönüşünü alabilmek gerçekten müthiş bir duygu. Bunu da en çok Güneşi Beklerken ve Kaybedenler Kulübü’nde hissettim sanırım. İkisi de her duyguyu
tadabildiğim çok özel işlerdi.
● Bu
çekimi yapmadan önce söylediğim ilk şey; “Hande Doğandemir’i içinde seksapalite
olsa bile hem romantik konseptli çekimlerde gördük. Maskülen hiç görmedik”
demiştim. Bu romantizm algısının kaynağı nedir sence?
Belki bugüne kadar oynadığım
rollerle ilgili olabilir. Fakat ben de kendimi açıkçası ne çok kadınsı ne de
maskülen hissediyorum. Benim tavrım, duruşum ve kendimi ifade ediş biçimim de
romantik bir algı yaratıyor olabilir. Ters köşe yapmak, arada şaşırtmak daha
keyifli oluyor; mesela bu çekim gibi.
● Cinsiyet
kodlarından dem vuruyoruz ama aslında bu tür fotoğraf çekimlerinde bile; “Spor
seksi bir havası olsun”, “Maskülen bir görünüm kazandıralım” gibi cümleler sarf
ediyoruz. Cinsiyet kodları bir girdap adeta; kaçmak isterken içine giriyoruz.
Sen bunu nasıl yorumluyorsun popüler kültür üzerinden?
Burası işte biraz fena. Biz
ki bu farkındalık üzerinden çok konuşurken bile aynen dediğin gibi hayatımızın
her anında, farkında bile olmadan bu kodlara göre yaşıyoruz. Bu, öğretilmiş,
dayatılmış ve maalesef bizim otomatik olarak devreye soktuğumuz kodlar. Popüler
kültürün hayatımıza dayattığı hiçbir şeyi sevmiyorum ben. Mesela en çok
takıldığım şey güzelliğin kadınlar için kendi değerlerini belirleyen en önemli
özellik olduğunu düşünmeleri. Daha doğrusu popüler kültür kadınlara yeterince
zayıf, yeterince güzel olmadıkça sevilmeye, takdir görmeye değer
olamayacaklarını aşılıyor. Bugün birçok genç kız bu kodlarla sağlıklarından
oluyorlar çünkü onlar için değerli olabilmenin tek yolu belli fiziksel
özelliklere sahip olabilmek. Biz oyuncular için de bu konuda müthiş bir baskı
var. Belirlenen özelliklere sahip değilseniz sosyal medya üzerinden hakaretlere
dahi uğramanız kaçınılmaz. Yeteneğiniz ve kalbiniz kimsenin umurunda değil. Bir
sağlık sorununuz var mı, kimse sormaz. Belki biraz sorudan uzaklaştım ama
dayatılan bu cinsiyet kodları gibi bizi birçok şeye şartlandıran popüler
kültürün bu rolü karşısında her zaman duracağımı biliyorum.
● Sezonlar
kalktı, popülerliğin son kullanım tarihi ise her geçen gün kısalıyor. Bununla
birlikte RTÜK’ün internet yayınlarına müdahale etme meselesi de gündemde. Tüm
bunların ışığında Türkiye’de oyunculuk yapmayı ve de izleyici olmayı nasıl
yorumluyorsun?
Öncelikle artık hiçbir şey
eskisi gibi değil. Alternatifler çok, herkesin tüketim ömrü gittikçe kısaldı. Sosyal
medya sayesinde herkes ve her şey çok ulaşılabilir. En çok da bu nedenle
ömürleri çok kısa diye düşünüyorum. Bu noktada bireysel olarak “ben ne
istiyorum”un cevabını iyi düşünmek gerek. Popülerlik ve zamanın ruhuna ayak
uydurup var olan şartları kabul etmek mi? Yoksa bu mesleği hayatın geneline
yayıp uzun vadede kendine ve hayata iz bırakacak projelerle ruhunu doyurmak mı?
Maalesef geçirdiğimiz bu süreçte kendimizi birçok alanda ifade ederken tedirgin
oluyoruz. Ve bir otokontrol giriyor devreye ister istemez. Fakat doğruların ve
inançlarının ışığında mesleğine duyduğun aşkla, hayatta sevdiğin işi yaparak
hem kendi ruhuna hem de başkalarına faydalı olabilmek derdindeysen kendine bir
çıkış yolu bulabilirsin diye düşünüyorum. Ancak elbette dış etkenler ve bu
kısıtlayıcı şartlar somut olarak bu mesleği yaparken bize dokunmasa dahi hayal
kurarken bile kendimizi frenlememize sebep oluyor. En çok da bu canımı sıkıyor.
● Türkiye ekranında, tiyatro sahnesinde ve beyazperde
de en büyük eksik nedir sence? Mesela “İngiliz kara komedilerini kimseler yapamıyor
canım” derken karşımıza Kelebekler
çıktı. Nasıl bir tablo var ortada?
Bence en büyük sorun risk
almaktan kaçmak. Farklı hikayelere yeterince alan tanımıyoruz. Farklı dediğimde
de absürt bir şeyden bahsetmiyorum; gerçek ama bize daha önce bilmediğimiz bir
dünyanın kapısını açabilecek her türlü hikayeden bahsediyorum. Zaten farklılığı
hayata geçirmeyi göze alan herkesin Kelebekler’de
olduğu gibi hak ettiği değeri alacağını düşünüyorum. Bence en büyük eksik
seyirci bunu istiyor bahanesi ardına sığınmak. Bana göre seyirci inandırıcı,
samimi, klişeyse bile farklı anlatılmaya cesaret edilmiş her dünyaya kucak
açar.
● Bu
yıl ikincikat’ın Kasap oyununu kamu
spotu misali herkese önerdim; film olarak da Kalp Atışı Dakikada 120’yi. Senin en son birine önerdiğin film,
dizi ve tiyatro oyunu ne oldu?
Çok var; hangi birini
söylesem acaba? Arada sosyal medya hesaplarımdan paylaşıyorum zaten gittiğim
oyunları, sevdiğim filmleri, kitapları vs. O etkileşim çok hoşuma gidiyor. B Planı’nın İstila ve Yuva oyunlarını şiddetle tavsiye ediyorum öncelikle. Oscar dönemi
izlediğim Three Billboards Outside Ebbing
Missouri’yi film olarak önerebilirim. Ve Osho’nun hayatını anlatan Wild Wild Country adlı belgesel de hemen
izlenmeli; çok enteresan bir seri olmuş. Bir de Jim Carrey ile ilgili bir
belgesel olan Jim & Andy: The Great
Beyond çok etkileyici.
● Oyunculukta hedeflerin / hayallerin
mesleğe ilk başladığın andan beri değişkenlik gösteriyor mu hep? Yoksa ilk
andan itibaren sabit bir hayalin / hedefin var mı? Neyi yapamamak senin için
pişmanlık, eksiklik olur?
Bu sorunun cevabı öyle uçsuz bucaksız ki, neler hayal
ediyorum bilsen... Şimdi burada tek tek bahsedemem elbette ama bazen sadece
hayal etmekle kalıyoruz. Bu ülkede bizim dışımızdaki etkenler bu mesleği
yaparken tercihlerinizi belirlemede oldukça etkili oluyor maalesef. Fakat tabii
ki bunun karşısında inatla durup hayal ettikleri için çabalayan çok oyuncu var.
Ben de ayakları yere basan hayaller kurmaya çalışıyorum ve bu, günden güne
çoğalıyor.
● Hande
Doğandemir’i çevresinde belirgin kılan tabiri caizse imza niteliğindeki
karakteristik özellikler neler?
Hayır diyememem olabilir
(gülüyor.) Genelde kimseye hayır diyemiyorum, o yüzden kontrolün elimden kaçıp
gittiği çok duruma maruz kalabiliyorum. Biraz kırılgan ve kafaya takan bir
yapım var, kendini yıpratanlardan.
● Hangi
özelliğin için “insanların şu yanına panzehir oluyor” dersin? Senin hayatındaki
o panzehir nedir?
Güzel severim. Ailemi de,
hayatımdaki insanı da, arkadaşlarımı da… Kendinden çok başkasını düşünmek diye
bir şey var ya… Öyle seviyorum sevdiğimde. Kendimi unuturum genelde ve sevgimle
panzehir olmaya çalışırım. Aynı sadık sevgi de bana panzehir olur. Sevginin
çözemeyeceği bir şey olduğunu düşünmüyorum
● Kaybedenler Kulübü Yolda’nın yanına bir artı işareti koyduk ve yola devam
ediyoruz; fonda hangi şarkı çalıyor ve sırada neler var?
Fonda I Will Survive
çalıyor (gülüyor.) Her şartta kendine yenilikler katıp güçlenip yola devam… Gönlümden geçen bu sene
yine bir film projesinde daha yer almak ve sezonda ekrana dönmek. Fakat netleşen
hiçbir şey yok henüz. Ekrandan uzak kalma kaygım yok ama çok özlediğim bir
tempo tabii ki. En çok da tiyatro hayalim var. Bunun dışında biraz daha
fotoğrafa zaman ayırmak istiyorum ve daha çok gezmek, birkaç gün de olsa farklı
bir yerlere kaçmak. Şan, yan flüt ve boks yeni merakım, onlarda kendimi geliştirmek
istiyorum. Ve tamamen bu sektör dışında yapmayı planladığım bir projem var onu
hayata geçirdikten sonra konuşuruz.
KISA KISA
Son
zamanlarda seni en çok etkileyen film(ler):
Three Billboards Outside Ebbing Missouri, In the Fade, Thelma… Çok var ama şu an ilk aklıma gelenler bu üçü.
İzlemekten keyif aldığın ve defalarca
izlediğin film(ler):
Closer, Amelie.
Takip ettiğin diziler:
Bitirdiğim çok var ama yeni sezonlarını beklediklerim Game of Thrones, Stranger Things, The OA,
Girlboss, Sense8, The Handmaid’s Tale.
Bugüne kadarki yaşamını bir yönetmek
çekecek olsa hangisinin dili seni yansıtırdı? Ve bu film, hayatındaki hangi
olayla açılışı yapardı?
Inarritu’yu çok seviyorum;
hayal kuruyorsak o çeksin isterdim. Ve küçükken ilk sahneye çıktığım anla başlayabilirdi.
Herkese
önerdiğin kitap:
Clarissa P. Estes - Kurtlarla
Koşan Kadınlar
Şu
an veya son olarak okuduğun kitap:
Şu an Ursula K. LeGuin’in
yorumuyla Lao Tzu’nun Tao Te Ching’ini
okuyorum.
Son
zamanlarda en çok dinlediğin müzisyen / şarkı:
Yeni keşiflerimden Yavuz
Akyazıcı Project.
Son
zamanlarda en çok etkilendiğin tiyatro oyunu:
Sami Berat Marçalı’nın Yuva’sı
En
çok seyahat etmek istediğin şehir / ülke:
Uzakdoğu.
En
sevdiğin şehir / ülke:
İstanbul ve Roma.
En
sık kullandığın kelime / söz kalıbı:
Bunu bilemedim; sanırım
benimle vakit geçiren birilerine sormak gerek.
Bir
buluşa imza atmış olsaydın bu ne olurdu?
Küresel ısınmayı bir anda
ortadan kaldırabilecek bir buluşum olsaydı keşke. İnsanoğlu olarak çok
acımasızız ve kendi dünyamızı yok ediyoruz.
RaniniTV’de
bir mahlasla bir dizi üzerine tek bir seferliğine yorum yazacaksın; o diziyi
yerden yere vurmak da serbest, güzellemeler yapmak da. Mahlasın ne olurdu ve
hangi diziyle ilgili yazardın?
Eskiden Cocoon’u
kullanırdım Björk hastası olduğum için. Onun bir şarkısının adı. Bir şeyi
acımasızca yerden yere vurmayı pek beceremiyorum, o yüzden sevdiğim bir işe
güzellemeleri tercih ederdim. O da muhtemelen The Handmaid’s Tale olurdu; üzerine kafa patlatılacak bir dizi
benim için.
Hayatta
olan veya hayatını kaybetmiş ünlü bir kişilikle (yazar, oyuncu, bilim adamı,
yönetmen, futbolcu vs.) karşılıklı oturup bir konu üzerine konuşacaksın. Kimi
ve hangi konuyu seçerdin?
Kurt Cobain ve Amy Winehouse
ile sohbet etmek isterdim. Neden vazgeçtiklerini, neye dayanamadıklarını merak
ediyorum. Çünkü tüm dünyaya ilham olmuş, hayatta olmaları ve üretmeleri gereken
müthiş yeteneklerdi.
Bugünkü
Hande Doğandemir’i betimleyen söz (replik, edebi alıntı, şarkı sözü, minibüs
arkası sözü vs.)
Sev ve şükret. Kendine
güven ve yola devam et (gülüyor.)
*
Fotoğraflar Emre Yunusoğlu
Styling Tuğçem Gürakar
Fotoğraf Asistanı Alper Kemal Özkorkmaz