Rüzgar Aksoy: “Ne olursa olsun sen biriktirmeye devam et, kimse görmese bile evren cebinde saklıyordur.”

Rüzgar Aksoy: “Ne olursa olsun sen biriktirmeye devam et, kimse görmese bile evren cebinde saklıyordur.”
Röportaj Cansu Uras
Fotoğraflar Emre Yunusoğlu
Mekân Tilki Yapım Stüdyo
Röportaj bitip de ses kayıt cihazının kapandığının saniyesinde Rüzgar Aksoy’dan şöyle bir yorum geldi: “Aslında ne kadar egosantrik bir olay röportaj vermek. Biri sana sürekli sorular soruyor ve sen de bu süre boyunca sadece kendini anlatıyorsun. Belki de “ben” olgusunun en çok araya sızdığı olaylardandır röportaj.” Bu nedenden ötürü olsa gerek salt Kara Sevda’yla ilgili olanlar dışında bazı sorulardan ben de nasibimi aldım.

Ekran serüveni 74 bölüm süren bir dizide rol aldığı için Kara Sevda’yı, bu röportajın merkezine almamak olmazdı. Tek derdi sevilmek, değer görmek olan ve bu isteklerine giden yolda defalarca tökezleyen Tarık karakterine hayat veren Aksoy, insan doğasında var olan “kurban psikolojisine girme” durumunun en açık örneğine iki sezon boyunca can verdi.  Deneme çekimine üç sayfalık monologla giren ve Tarık’ı daha o andan itibaren bir yapboz gibi parçalara bölen Aksoy, Kara Sevda’nın ardından kalıcı iz bırakan diziler listesine şimdiden eklenmesini bu denli derinlikli karakterlerin üzerine inşa edilmiş olmasına bağlıyor. Tabii o dünyanın kapılarını izleyicilere açan Hilal Saral’a ayrı bir parantez açmadan da geçmiyor. Bugüne kadar sırtlandığı rollerden yüzünü en çok gülümsetenler arasında da ilk olarak Kara Sevda’nın Tarık’ını söyleyen Aksoy’un bir sonraki projeyi ne olur bilemem ama ondan Mikadonun Çöpleri’nden bir bölümü canlı dinlemiş biri olarak tiyatro sahnesine çıkması için kampanya çalışması bile yapabilirim. Kariyerinde dublajdan radyo programcılığına ve oyunculuğa şimdiden pek çok şeyi sığdıran Aksoy evrenin cebini doldurmaya devam edecek gibi gözüküyor.
 
Dile kolay iki sezon ve tam 74 bölüm. Kara Sevda uzun zamandır başarılamayanı başardı ve izleyicisini son bölüme kadar heyecanda tutarak yolculuğunda son durağa yaklaştı. Bu serüvenin başına, senaryoyu ilk kez okuduğun güne dönersek hangi donesine dayanarak dizinin bugüne bu şekilde geleceğini öngörebilirdin?
Bütün dizilerde malum üçlü bir sac ayağı var. Tırnak içinde kötü olarak betimlediğimiz, aslında kendi içinde çatışması olan karakter büyük bir engel âşıkları ayırır. Kara Sevda’nın başlangıç noktasına bakıldığında da aynı durum söz konusu. Ancak bu işte senaryoda karakterlerin altı çok güzel doldurulmuştu. Audition’ımı asla unutmam çünkü hayatımda ilk defa üç sayfalık monologla deneme çekimine girdim. Senaryoyu ilk okuduğumda karakterlerin çok derinlikli olduğunu fark ettim. Dolayısıyla herhangi bir sahnede hareket noktamızı biliyorduk. Konu her ne kadar daha önce karşılaşılan bir konu olsa da karakterlerin derinliği, renkli bir senaryonun ortaya çıkmasına neden oldu. Bir de tabii bununla birlikte Neslihan Atagül ve Burak Özçivit faktörünü de atlamamak gerek. Ayrıca Kaan’ın (Urgancıoğlu) Emir karakterine her bölüm ekledikleri de olayı sürükledi. Tüm bunların başında ise şükrederek anacağım bir farklılığımız var ki o da Hilal Saral. Bunu söylemek bana düşmez belki ama muazzam bir yetenek.


 
Tarık karakterinin bu uzun serüvenini nasıl yorumluyorsun? Malum vitesi yükselttiği noktalarda önündeki virajı alamadı ve ikinci sezonda da bu durumun acı meyvelerini topladı.
Tarık’ın birkaç tane hareket noktası vardı. Bunlardan biri babasıyla yaşadığı problemdi. Her baba, büyük erkek çocukla bir sorun yaşar. Bunun nedenini bilmiyoruz, aslan belgeseli izlemek lâzım herhalde (gülüyor.) Dürtüsel bir durum söz konusu. Ben de mesela vaktinde babamla aynı sorunu yaşamıştım ailenin büyük erkek çocuğu olarak. Tarık da zamanında futbolcuymuş, sakatlanmış ve sonrasında yeterli destek görmemiş ailesinden. Ancak Kemal, okutulmuş, tabiri caizse el bebek gül bebe büyütülmüş, bir dediği iki edilmemiş ve de ailesinin kıymetini de bilmiş biri. Tarık bu ayrımcılıktan ötürü kurulmuş zaten. Babasının yanında berberde çırak olarak çalışıyor. İstediği hayat değil bu tabii. Daha büyük hayalleri var ve hiçbirinin gerçekleşmemesi de onda bir hırsa yol açıyor.
 
Yine de bu hırsını çok açık etmeyen bir karakter Tarık. Gri bölgenin merkezinde.
Evet, hırsı onda bir intikam alma, ayağa çelme takma gibi durumlar yaratmamış. Derdi ilk etapta adaletsizliğe son vermek. Ancak Tarık bu noktada kendini kaptırıp kurban psikolojisinin içine gömülüyor. Malum günümüz dünyasında da kendi hayatlarımızı kuruyoruz ve ister istemez bu güvenli alanlarımızda kurban kimliğinin içine rahatlıkla yerleşebiliyoruz. Dışarıdan bir göz, “O kadar da kötü değil aslında. Sen bu ruh haliyle bunları böyle değerlendiriyorsun ama aslında başka yönler de var.” dese bile biz dinlemiyoruz. Kurban kimliğinden kopamıyoruz. Bunun sebebi de bizlerin de birer dram karakteri olmamız bu hayatta. Her şey bizim başımıza geliyor. Tarık için de durum bundan farksız değil. Dolayısıyla bir şeyleri başarmak, kendini göstermek ve de sevdirmek istiyor en derinde. En kaba tabirle Tarık da hepimiz gibi bir ruh hastası aslında (gülüyor.) İşte, bu nedenle iki sezon boyunca sonsuz bir keyifle ona ruh üfledim. Renkliliği bana da renk kattı.
 
Tarık için salt iyi ya da kötü etiketi de yok, bu nedenle de gerçek hayatla arasında organik bir bağ da var.
“Ben bunu niye yapıyorum ki?” deyip pişman olduğumuz ama tekrar tekrar yaptığımız hatalar var hepimizin. Ancak bu bizi kötü insan yapmaz. Oyunculuk metotlarının çoğunda “Bu adamın derdi ne?” öncelikli sorudur. Karşısındaki kadına aşkını ispatlamak, sevilmeyi sağlamak veya değer görmeyi istemek gibi birçok faktör vardır derinlerde yatan. Bu Hitler için de geçerlidir, Rahibe Theresa için de. İşte, o gri bölgeyi yaratan da budur ve bizim organik gerçekliğimizdir. Sadece dizi karakterleri değil, bizler de çatışmalarla ilerleyebiliyoruz. İnsanın doğası bu. Tarık da bunu değerlendirebileceğim bir alandı ve umarım değerlendirebilmişimdir.


 
Tarık’ın serüvenine uymayan, “Ne alaka şimdi?” dediğin bir açılım oldu mu karakterin?
Aslında olmadı. Bir tek Tarık’ın, Emir’e körü körüne güvenmesi ters gelebilirdi ama başta da dediğim gibi senaryo zaten baştan ne kadar derinlikli olduğunu öyle güzel gösterdi ki bu durum da garip kaçmadı. Emir’in hırsı, Tarık’ınkini de harladı. Bununla birlikte Emir ona para ve değer verdi. En azından Tarık bunu böyle gördü. Ailesinden beklediğini Emir’den aldı. Keza Zeynep ve Banu için de aynı durum geçerli. Tarık’ın içindeki hırs, tam da burada onu uçuruma sürükledi. Aslında hırs insanın ilerlemesi için gerekli bir şey. Fakat tıpkı ego gibi hırsı da iyi yönetmeli ve daima kontrolün altında tutmalısın. Hırs seni bataklığa da sürükleyebilir, zirveye de çıkarabilir. Tarık bu güdüyü dizginleyemeyenlerden oldu. Ve de kendini en sonunda demir parmaklıklar ardında buldu.
 
Röportajın başında Hilal Saral’dan bahsettik. Senin hamuruna deyim yerindeyse nasıl şekil verdi? Onun rejisini nasıl yorumluyorsun?
Oyuncu kırılgandır ve incinebilir. Bu noktada yönetmen, onun içinde var olan enerjiyi ortaya çıkarmak için biraz elini omzuna atsa çok farklı sonuçlar elde edebilir. Bu tabii oyunculuğu ambalaj üzerinden değerlendiren oyuncular için geçerli olmaz. Çünkü oyunculuk ruh işidir. Duygu, beden, ruh; bu üçünü hamura eşit şekilde yedirmen gerekir. Biraz çocuktur da oyuncu. Ona “Gel, gel…” yaptığında koşarak gelir sana zaten. İşte, Hilal Saral oyuncunun ruhunu anlamayı ve ona hitap etmeyi çok iyi biliyor. Sizi motive ederek “Biraz şöyle yapsana…” şeklinde ricasında bulunur. İnsan psikolojisini çok iyi anlıyor. Geçtiği yolları söylemeye gerek yok zaten. Kıssadan hisse ruha dokunmayı bir sanat icra eder gibi muazzam şekilde başarıyor.
 
Tekrara açık bir yönetmen midir? Her hafta 150 dakikalık bölüm yetiştirme derdinin olduğu bir düzende malum oyuncunun “tekrar alsak” isteği lüks olarak görülebiliyor.
Bu sorunu direkt bir örnekle cevaplayayım. İlk sezonda başlarda bir berber sahnesi vardır ve yazın en sıcak zamanlarıydı. Orhan Güner’le karşılıklı oynuyoruz bu sahnede. Ve saat de akşamüstü 5-6 civarı. Tam yaz rehaveti durumu söz konusu. Bir şeyler yapmak istiyorum ama bir türlü oturmuyor kafamda. Hilal Hoca da gelip ne olduğunu sordu ve ardından da “Bence çok güzel oldu” dedi. Hiç unutmuyorum tam “Ben…” dememle birlikte devamını getirtmeden “Tamam tekrar alıyoruz” demesi bir oldu ki o sırada ekip toplanıyordu. Bunu o kadar içten bir şekilde yaptı ki anlatamam. İşte, Kara Sevda’nın ekran yolculuğu 74 bölüm sürdüyse ve izleyiciyi ilk bölümdeki kadar dinç tuttuysa son bölümde de bunun mimarlarının başında Hilal Saral gelir.


 
Bugünkü Rüzgar, başa dönüp yayınlanan tüm bölümler içinde Tarık’ın bir sahnesini tekrar oynama şansına sahip olsa hangisini seçerdi?
Kulağa belki ukalaca gelebilir ama ufak tefek sahneler dışında tekrar oynamak isteyebileceğim bir sahne yok. Çünkü her sahnemde Tarık’ın geldiği nokta üzerine etraflıca kafa patlatıyorum, araştırıyorum. Bir sürü soru soruyorum o sahneyle ilgili. Bu nedenle açıkçası bu soru için herhangi bir cevap gelmiyor aklıma.
 
En çok hangi sahnede zorlandın?
Tepe başında Kemal’e, Ozan’ı öldürdüğünü itiraf ettiği sahne. Banu’yla olan bazı sahnelerimizde zorlanmışımdır. Çünkü en nihayetinde Tarık, bir kadını seviyor, hayatına dâhil ediyor. Ancak o kadın, eskiden birlikte olduğu adam için çalışıyor ve evin sırlarını onunla paylaşıyor. Al sana mis gibi travma (gülüyor.) Bir de birinci sezonda babasıyla yemek yiyip ilk defa onunla içten bir şekilde konuştuğu bir sahne vardı. O da oynaması çok keyifli bir sahneydi.
 
Yaş, cinsiyet hepsini bir kenara bırakırsan Tarık yerine Kara Sevda’da hangi karakteri canlandırmak isterdin?
An itibariyle tehlikeli sulara girmiş bulunmaktayız (gülüyor.) Şaka bir yana Emir’i oynamak isterdim. Ne bir süper kahraman ne de salt kötü bir karakter. Herkesin farklı yorumlayacağı bir rol. Ve Kaan da bence çok güzel yorumladı o karakteri ve unutulmaz kıldı. İşte, Emir gibi karakterler oyuncunun avucunun içini kaşındıran, renkli karakterler.
 
Tarık bir bölümlüğüne şu an yayında olmayan bir yerli veya yayında olan bir yabancı diziye konuk olacak. Hangisini seçerdin?
Black Mirror diyesim geliyor (gülüyor.) Herhalde orada daha da psikopat olabilirdi. Dizide karakterlerin birbirlerinin anılarına gittikleri bir bölüm vardı. O bölümde oynamak isterdim. Ya da propaganda kavramı ile asker temasının anlatıldığı bir bölüm vardı. Askerlerin beyninde bir çip var ve muhalif olanları zombi olarak görüyorlardı. Onlar için hepsi birer canavar. Tarık o bölümde bir asker olabilirdi.


 
Tarık’la vedalaşmana birkaç hafta kaldı. Ona son sözün ne olurdu?
Hapisten çıktıktan sonra annenle babanı ayda bir gör. Evlen, hayatını kur, çocuğunu sev. Küçük şeylerden mutlu olmaya bak ki bunlar içini ısıtsın. Haydi hayırla uğurla…
 
Bugüne kadar sırtladığın tüm rollere baktığında içlerinden yüzünü en çok gülümseten, mutlulukla andığın hangisi?
Kara Sevda’nın Tarık’ı ve Türkan’ın Haydar’ı. Mesela Haydar, tertemiz bir çocuktu ama yine de onun da bir çatışması vardı. Adanalı’daki karakterim de güzeldi ama çok üstüne gidilmedi.
 
Oyunculuk hayatının hangi döneminde kapını çaldı? Öncesinde dublaj ve radyoculuk geçmişin var diye biliyorum.
Evet, dört sene radyoculuk yapmıştım. Radyoculuktan sıkıldığım dönem Antalya’ya taşındım. O sıralarda boykot olduğu için dublaj mesleğinde sıkıntılar olmuştu ve ben de yaklaşık 1.5 ay Antalya’da çalıştım, hatta çaycılık yaptım. Sonra sorunlar ortadan kalkınca iki üç yıl dublaj yaptım. Derken dublaj sırasında “Aslında yüzün ekran için çok uygun senden bir audition alsak” sohbeti dönmeye başladı. Bu şekilde de oyunculuk hayatıma girdi. İstanbul Üniversitesi’nde Radyo Sinema Televizyon bölümünde okumuştum, oyunculuk mesleğe dönüşünce Haliç Üniversitesi’nde de bu alanda yüksek lisans yaptım. Sonrasında da malum devamı geldi.
 
Oyuncu etiketini saf dışı bıraktığımızda yerini hangi etiketler alıyor?
Çocuk, eğlenceli ve şımarık etiketleri alır (gülüyor.) Çok yakınımdaki arkadaşlarıma beni soracak olursan ilk söyleyecekleri sıfat direkt çocuk olur. Çok eğlenirim ve yerimde duramam. Beni uzun yıllardır tanıyanlar, “Sen böyle bir şakayı yaptın ama peki altından nasıl kalkabildin?” diye sorarlar. Aslında başka biri benim yaptığım şakaları yapsa kıyametler kopabilir o an. Bununla birlikte duygusal etiketini de yapıştırırlar (gülüyor.) Ve “Kendini çok kapatıyorsun eve” derler. Bu etiketin iki manası var. Biri tüm sinirim, dertlerim, sıkıntılarım kısacası hayatın tüm olumsuz yükünü evde bırakırım. Dışarı çıktığım an evet felsefe de yaparız arkadaşlarımla ama genelde geyik muhabbeti döner. Bununla birlikte evde vakit geçirmeyi de daha çok seven biriyim. Tabii bu mesleğe beni yönelten ve de hâlâ ilk günkü şevkle yapmamı sağlayan hayalperestliğimi de söyleyebilirim.
 
O zaman bu hayalperestliğini son soruda değerlendirelim (gülüyoruz.) Film, dizi, tiyatro oyunu; atış serbest. Nasıl bir rolde oynamak isterdin? Karşında hangi oyuncu, nasıl bir karakterde olurdu? Ve de ona söyleyeceğin tek bir repliği belirleme şansın olsa neyi seçerdin?
Güzel soruymuş (gülüyor.) Bülent Emin Yarar’ı görmek isterdim karşımda. Hayatta her şeyi çok ciddiye alan ve bu yönüyle kendini kaybetme potansiyeli olan bir adamı canlandırabilirdim. Bülent Emin Yarar da dalgacı ve ironik taraflarıyla beni uyandırmaya çalışan biri olabilirdi. Benim çok sevdiğim bir Melih Cevdet Anday metni var; Mikadonun Çöpleri. Direkt orada hoşuma giden uzun tiradı oynamak isterdim.

Mutluluk nedir diye sorsanız bana kaşıntıdır derim. Bir gün az kalsın mutlu oluyordum. Bir sancı saplandı belime, kıvrana kıvrana yatağa düştüm. Böbrek taşı imiş. Sancıdan öleceğim. Sabaha karşı idi, doktor geldi, morfin yaptı. Der demez o korkunç sancı kesiliverdi, çok güzel bir dünya başladı birdenbire… İnanamıyordum… Mutlu idim, tam anlamı ile mutlu… Mutluluğumu doya doya tatmak istiyordum. Ama o ara, kulağımın arkası kaşındı azıcık. Şöyle sinek ısırmış gibi. Bense kolumu kıpırdatmak istemiyordum, mutluluğuma ara vermemek için. Ama o kaşıntı bozuyordu mutluluğumu. Çaresiz kaldırdım kolumu, kulağımın arkasını kaşıdım, tam olsun mutluluğum diye. Kolumu gene yanıma uzattım. Biraz sonra… Biraz sonra gene o kaşıntı… Kaşıdım, biraz sonra gene… Gene kaşıdım. Bitmedi, bitmedi namussuz kaşıntı, iğneledi durdu ve berbat etti. O günden beri ne zaman şöyle mutluluğa benzer bir şey duyacak olsam, bakalım bunun kaşıntısı nereden başlayacak diye beklerim. Beklediğim de gelir başıma.”
 
**


 
KISA KISA

Son zamanlarda seni en çok etkileyen film:
Youth.
 
Tüm zamanların en iyi filmi:
Fight Club.
 
Seni en çok ağlatan film:
Özcan Alper’in Sonbahar’ı.
 
Sana kahkahalar attıran film:
The Hangover ve Due Date.
 
Bir filmde Rüzgar Aksoy’u oynayacaksın, hangisi olurdu bu?
Memento.
 
Son zamanlarda seni en çok etkileyen tiyatro oyunu:
Yakın zamanda pek tiyatroya gitme fırsatım olmadı ama beni derinden etkileyen oyunların başında Profesyonel gelir.
 
Şu sıralar en çok dinlediğin şarkı / müzisyen:
NYM grubunun tüm şarkılarını seviyorum, bir de Sigur Ros.
 
Bilmediğimiz bir yeteneğin:
Böyle sorunca kendimi yeteneksizmişim gibi hissettim (gülüyor.) Ben de bilmiyorum açıkçası.
 
Sahip olmak istediğin bir yetenek:
Enstrüman çalmak. Bir ara yan flüt, ardından da davula merak sarmıştım ama devamı gelmedi maalesef.
 
En çok gitmek istediğin şehir / ülke:
Bir oyun için Almanya’ya gitmiştim, onu saymazsak henüz yurt dışına hiç çıkmadım. Bu nedenle kısa ve uzun vadede şeklinde ikiye ayırarak cevaplayayım bu soruyu. Kısa vadede Amsterdam ve Barselona’ya gitmeyi çok isterim. Uzun vadede ise Yeni Zelanda ve Peru. Asıl merak ettiklerim de bunlar zaten. Hem Yeni Zelanda hem de Peru’nun doğası beni büyülüyor. Zaten beni mümkünse yeşilin kalbinde bırakın. Her yıl tek başıma Rize’ye gidiyorum. Bir keresinde ormanda kaybolmuştum. Ayıların olduğu, askerin bile giremediği bölgede hem de. Çamlıhemşin’de herkes tanır beni kaybolan çocuk olarak (gülüyor.) Yeşilin kalbinde olduğumda gerçekten kendimi kaybediyorum. Lars von Trier filmlerini de bu nedenle severim hep. Erkeğin korktuğu ve de onu etkileyen kavramları estetize ediyor: Hayvan, doğa ve kadın.
 
Herkese önerdiğin kitap:
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı ile Rollo May’in Yaratma Cesareti adlı kitabı.
 
Son okuduğun kitap:
Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı.
 
Bir kitabın içine girip bir karaktere soru sorma şansın var. Hangisini seçerdin?
Milan Kundera’nın zamansız başyapıtı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde Thomas’ı seçerdim. Ancak ona soru sormak yerine kitabı kendi gözünden bana anlatmasını isterdim.
 
Şu anki Rüzgar Aksoy’u özetleyen söz:
Bu aralar biraz engeller çıkıyor önüme. Benim de kendi küçük, mazbut hayal dünyamdan çıkardığım bir söz var: “Ne olursa olsun sen biriktirmeye devam et, kimse görmese bile evren cebinde saklıyordur.” 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER