2012 yılından bu
yana Uluslararası İstanbul Film Festivali zamanı geldiğinde içim burkulur. Önce
hüzünlenirim, sonra ise onun anısına, onun adını taşıyan bir ödül verildiğini
duyduğumda yüzümde buruk bir tebessüm olur. Işıklar içinde uyu Seyfi Teoman!
Kendisi, 2011 yılında Barış Bıçakçı’nın aynı adlı romanı
Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i beyazperdeye taşımıştı. Ankara’nın
ruhu önce sıkıştıran fakat sonraysa garip bir huzurla özgür bırakan gri
atmosferinde otuzlu yaşlarındaki Çetin ve Ender’le tanışmıştık. Ve de ansızın
hayatlarına dâhil olan Nihal. Bu ikiliden Çetin, bazen Oğuz Atay’ı bazen de
Charles Bukowski karakterlerinin daha naif halini yansıttı. Sessiz sedasızdı
ama ona hayat veren Fatih Al’ı tanımamı sağladı.
Evdeki Yabancılar ve
Daire filmleri
ile
Muhteşem Yüzyıl ve
Karadayı takip etti bu yapımı. Yaklaşık
iki yıldır ne ekranda ne de beyazperdede göremediğimiz Fatih Al, şu sıralar
İngiliz, Alman ve Yunan ortak yapımı bir kara komedi filminin çekimlerini yeni
tamamladı. Uzun çekim maratonu ardındanbir
araya geldiğimiz Al, televizyon piyasasından Şehir Tiyatroları’ndaki kadrodan
çıkarmalara, oyunculuktan siyaset ile sanatın bir arada yürümesine kadar pek
çok konunun çarpıklıklarına değindi. Fakat bunu yaparken neredeyse her birkaç
cümlenin ardından çuvaldızı kendine batırmaktan da kaçınmadı. Ve bunun
sonucunda "Umarım daha iyiye gider" temennisiyle ayrıldığımız bir sohbet
ortaya döküldü.
● İki yıldır hem ekran hem de beyazperdeden
uzaksınız. Yabancı film projenizin çekimleri daha yeni bitti galiba. Biraz
bundan bahsedebilir misiniz?
Alman ve Yunan
ortak yapımı, adı Smuggling Hendrix.
Senaryosu itibariyle güzel bir kara komedi ve buna uygun olarak politik içeriği
de var. Kara komedi çekildiğine değecek. Salt komedi görmeyeceksiniz. Zaten
yönetmen Marios Piperides ile görüştüğümüzde fazladan komiklik yapmayacağız
konusunda uzlaştık. Sınır meselesi ele alınıyor. "Hangi taraftanız?", "Nerede duruyoruz?" gibi sorular üzerinden ele alınıyor.
● Size nasıl ulaştılar? Hangi performansınız onları sizinle
çalışmaya yöneltmiş?
Bizim Büyük Çaresizliğimiz’den dolayı aşinalık varmış zaten ve
anladığım kadarıyla bir tavsiye zinciri olmuş. Film ekibine yakın olan bir
çevre, bu işte de yer almıştı. Sonrasında zaten yönetmene ulaşılmış; o da
araştırıp beni buna lâyık görmüş. Şogen Film’e ve menajerimeulaşmışlar; onlar da bana ilettiler. Ardından
yönetmenimiz ile görüntülü bir telefon konuşması yaptık ve birbirimize ısındık.
Zaten sonra da Kıbrıs’a gidip görüştük ve de kabul ettik. Türk asıllı başka
oyuncular da var projedeama şu an isim veremem.
● Pek çok izleyici de sizi Bizim Büyük Çaresizliğimiz ile tanıdı. Kariyerinizde nasıl bir yere
koyarsınız bu işi?
Bu film sinemada
oyunculuk yapabileceğim olasılığını doğurdu. Daha öncesinde, Mehmet Eryılmaz’la
Hazan Mevsimi – Bir Panayır Hikâyesi’nde
çalışmıştım. Fakat Bizim Büyük
Çaresizliğimiz sanırım kabul görmemi biraz daha destekledi. Ve yönetmen ya
da yapımcılar için ‘’Bu rol için Fatih Al’ı düşünebiliriz’’ cümlesine lâyık
görülmemi sağladı.
● Oyunculukta sizi ne tatmin eder?
Neyle tanındığım
sorusunun cevabı beni memnun ediyorsa aynı zamanda tatmin de ediyordur. Eğer
tanındığım işten hoşlanmamışsam o zaman tatmin olmamışımdır. Hepimiz birbirimizle
farklı karakterler ve hikâyeler paylaşıyoruz. Gösterdiğim şey de bulunduğu
yerden ve karakterden yansıyıp bana dönüyor. Bumerang gibi; canlandırdığım
karakterin yansıması beni mutlu etmeli.
● "Neyle tanındığım sorusunun cevabı beni memnun
ediyorsa aynı zamanda tatmin de ediyordur’’ dediniz. Sizi en mutlu eden yanıt
hangisi?
Şu klişe cevabı
vermeyeceğim; ‘’her biri benim için ayrı değerli’’. Hayır, bazıları daha
kıymetli benim için. Rol aldığım tüm işleri düşündüğümde Daire, her zaman önemlidir ve önemli kalacaktır birçok açıdan. Çalışma
ve iletişim biçimi, içeriği ve yönetmen Atıl İnanç’ın bana ayırdığı pay.
Platon’un sadece Devlet’i yazdığını
söyleyemeyiz. Fakat Devlet’i
yazmıştır. 40 yaşında Daire’ye
kadarına geldim ve sonrasını iniyor muyum bilmiyorum.
● Filmografinize baktığımızda 2006-2011 arası bir
boşluk söz konusu. O dönem sizi kendine çeken herhangi bir yapım olmadı mı?
Sinema, tiyatro ve televizyonda kriterleriniz neler?
Sinemada ister
istemez daha kalıcı olacak şekilde teklifleri değerlendiriyorum. Kalıcı
olacaksa ve benim temsilimde her daim yer alacaksa kabul ediyorum. İnce eleyip
sık dokuyorum bu açıdan. Televizyonda pek çok etmen söz konusu. Zamanlama ve
projenin örtüşüp örtüşmemesi unsuru önemli. Son kertede çok seçiciyim diye bir
iddiam yok. Televizyon, işin gösteriş ve ekonomik tarafı. Sinema ve tiyatro
idarecilerimiz ile yönetmenlerimizin birçoğu oyuncu havuzu olarak kullanıyor bu
mecrayı. Uzun lafın kısası, ‘’Ben şunu yapmam etmem’’ diyemem. Öyle bir senaryo
gelir ki yarın değişebilir kriterlerim. Sizin bahsettiğiniz o beş yıllık süreç,
değerlerimin en keskin olduğu andı ve ‘’Sadece tiyatro yapacağım’’ diyerek kendimi
Ankara’ya gömdüm.
● Bugünün dizi piyasasını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Bunun üzerine söz
söylemeyeyim. Çünkü o kadar çok konuşuldu ve herkes her şeyin o kadar farkına
vardı ki hâlâ böyle işliyorsa bunda zaten bir terslik vardır. O yüzden
üstelemememe gerek yok bence. Fakat evet, durum hoş değil.
● Hem sinema hem de tiyatro alanında yurtdışında
çalışma şansı yakaladınız. Belki çok absürt olacak ama Türkiye ile yurtdışı
çalışma disiplini açısından karşılaştırdığınızda ortaya nasıl bir tablo
çıkıyor?
Tiyatroyu
karşılaştıramam. Danimarka’da bulundum bir dönem. Fakat genel itibariyle Avrupa
tiyatrosu şöyle diyemem. Televizyon ve sinemada ise ‘’daha’’ kelimesiyle
başlayabilecek pek çok şey daha güzel. Çalışma, seyir ve üretim koşulları daha
güzel. Ancak kötüleri de var tabii daha içerilere doğru baktığınızda. Mesela
İtalyan televizyonunun iç çalışma koşullarına dair çok kötü şeyler duydum.
Ancak bunlar sadece duyum. Ben biraz Almanya ve daha kuzeyindeki düzeneği
seviyorum. Oradaki herkes neyi, ne zaman ve ne kadar yapması gerektiğini daha
iyi tartıyor. Masa meraklısı olmayan bir yönetmenle çalıştım geçmişte. Meğer
Günter Grass’ın oğluymuş ve ben sonradan öğrendim. İş bittiğinde bana, ‘’Kim
olduğunu biliyorsunuz, değil mi?’’ dediler. Kendisinin yönetmen olduğundan bile
şüpheliydim. Çünkü ben oynarken iki metre ötemde yere oturmuş, öyle izliyordu
beni monitörden. Öyle masanın arkasında bir sürü kişi tarafından çevresi
sarılmış ve üzeri örtülü şekilde izlemiyordu. Önünde Bluetooth ayarlı bir
monitör bulunuyordu. Beni sarılarak karşılayıp aynı şekilde de uğurladı. Ve
yönetmendi yahu! (Gülüyor).
Danimarka’da da bu tarz bir olay başıma geldi. Bir
çocuk oyununa gittik. Üç kişi sahnenin ön kısmına gelip şarkı söylüyordu. Güzel
bir oyundu. Oyundan sonra bizi ağırlayan kişiye bu üç kişinin kim olduğunu
sordum. Meğer Danimarka’da çok ünlülermiş ve konserleri hınca hınç dolarmış. Çocuk
oyununda öne gelip şarkı söylediler ama (gülüyor). Ne yazık ki bacaklarımı
altıma kıvırıp oturmak zorunda kalıyorum bundan sonra. Bizde neden olmuyor diye
düşünmüyor değilim. Olmuyor yani. Şu an şikayet ettiğim veya edeceğim şeyin
daha fazlasını besliyor ve oluşturuyorum aynı zamanda. Üzerine konuşarak bunu
gösteriyorsam benim de sorumluluğum var. ‘’Bu koşullar altında bunu
yapmıyorum’’ demediysem benim de sorumluluğum var. ‘’Bunu düzeltmek için
yapabileceğim bir şey var mı?’’ diye soruyorsam sorumluluk yine bende. Dolayısıyla
ortada bir günah varsa hepimiz günahkârız. Bundan sakınacak ya da geri
çekilecek değilim. O düzen bizi beslediği sürece şikayeti daha minimize
yapıyoruz zaten. Dişlerimizi kapatıp dudaklarımızı sıkarak konuşuyoruz. Beni de
içeren bir çoğunluk olarak riyakârız.
● Şehir Tiyatroları’ndan çıkarılan isimlerden
bazıları görevlerine geri döndü. Ancak yine de yakın geçmişte yaşananların
yankısı sürüyor. Devlet Tiyatroları’nda da Türkçe metin oynama zorunluluğu söz
konusu. Nasıl yorumluyorsunuz tüm bunları?
Ülke böyle,
beğenmeyen Bertolt Brecht gibi gider. Maalesef Brecht’in gittiği koşullara
doğru yöneliyor manzara. Sağ kalmak da savaştır. Bunun içinde ya debeleneceğiz
ya da gideceğiz. Neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Bundan 10-15 yıl önce
eleştirdiğimiz kurumları başkaları eleştiriyor diye savunmaya geçtik.
Fenerbahçe ile Galatasaray arasındaki maçı izleyen Beşiktaşlı gibi görüyorum
kendimi. Öylece seyrediyorum tüm olayları. Durum sıkıntılı tabii biraz.
● Sizce siyaset ile sanat nerede ayrışmalı? Böyle
bir sınır var mı?
Güncel siyaset
üzerinden cevaplamayayım. Apolitik olma girişimi de politiktir. Sanat, politik
olmadan olamaz. Gündelik siyasetçilerden çok daha yarına dönük ve daha
derinlikli şekilde hayatı sorguluyor sanat. Bu yüzden zaten ne yaparsa yapsın
politik kalır. Sorgulamamayı seçtiğinde bile. İkisini ayrıştırmak söz konusu
bile değil. Yapamazsınız zaten.
● Oyunculukla ilgili bir tweet paylaşmışsınız: ‘’Ne
zurnalık heves kaldı, ne kavallık, ne naylık; oyunculuk dediğin süslü püslü
hamallık’’.
Yazmaya
yeltendiğim oyunun başındaki tekerlemeydi. Bu söyleşinin bendeki özeti. Demin
konuştuğumuz, piyasa dediğimiz şeyin içinde oyunculuk yapmak bir yerden sonra
hamallığa dönüşüyor. Canınız istediğinde, canınız istediği kadar yapamıyorsunuz
bir şeyleri. O hamallığın farkında olmayıp kendi tanınmışlığının maskesi ardına
sığınan arkadaşlara seslenmek istedim biraz. Tadı kaçtı; başlangıç noktası
buydu aslında. Ben oyunculuk demeyeceğim adına, tiyatro diyeceğim. Bununla
zehirlendiğimde işin tadı çok başkaydı, güzeldi. Sadece yaptığımız değil,
yapamadıklarımız da çok güzeldi. 20’li yaşlarımın başında okuldaki
arkadaşlarımla tiyatro kurdum ve tepeme yıktım. Her şey fazla gösteriş haline
geldi şimdi. Oynadığımız şeylerin bizi temsil etmesini çok severdik. Şimdi öyle
oynuyoruz. Kendi temsilimizi yanıltıyor, bozuyor, kırıyor ve döküyoruz. Çağdaş
düzenekle ve dünyanın haliyle çok iç içe ve benzer. Eskiden Ankara’da pazar
sabahı saat 10 buçukta 300 kişiye çocuk oyunu oynuyorduk. Şimdi her yerde, her
şeyde küçük İtalyan otomobillerine sıkışıyoruz.
● Nasıl bir rolde oynamadan Brecht gibi buralardan
çekip gitmek ya da kariyerinizi tamamen bırakmak istemezsiniz?
Bu mesleği
bırakmayacağım zaten (gülüyor). Fakat en azından ölmeden önce nasıl bir işte
olmayı isteyeceğimi söyleyebilirim. Kendi temsilimi kendi kalemim, rejim veya
resim seçiciliğimle gösteremeden ölmek istemem. Kısacası oynamaktan ibaret
ölmek istemem.