Emre Taşkıran: Dünüm bugünümle eşit olmasın, tek derdim bu!

Emre Taşkıran: Dünüm bugünümle eşit olmasın, tek derdim bu!
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
Aslında onun inanmadığı bir şekilde yani tesadüf eseri tanıştık Emre’yle (Taşkıran). Ve sohbetimizin daha ilk 10 dakikasında “Acaba, aynı ortaokulda mı okumuştuk? Yoksa yazlıktan mı tanıyorum?” demeye başladım. Çünkü karşımdaki kişi kendi dünyasının kapılarını aralayıp seni kaptan köşküne davet edenlerden. “Seninle bu röportajı yapmak için altı yıl bekledim” diyecek kadar da duygusal ve her şeyin zamanı olduğuna inanan biri. Tabii “Hayırlısı be gülüm!” mecazına başvuracak kadar da kaderci değil. Aksine turizm otelciliği bitirmek için staj yaptığı otelde bir ay boyunca her vardiya arasında sahneye çıkıp tirat çalışanlardan ya da gece saat 1’de hocasının kapısını çalıp o uyurken saatlerce kütüphanede oyun ezberleyen birinden söz ediyoruz.

‘Tatlı İntikam’ın mantık timsali, sabır abidesi Hakan da bu emeklerinin en son ve güzel meyvelerinden. Öyle ki kendisi 27 yaşındayken bir babayı canlandırdığı ve bu duyguyu yüzde bir de olsa yaşadığı için oldukça mutlu. Halihazırda cebinde bitmiş bir tiyatro oyunu ve sinema filmi senaryosu var. Oyunculuk ve yazı yazmak dışında en büyük tutkusu ise otomobiller. Büyükbabası o 5 yaşındayken aşılamış bu sevdayı. “Eskiden sadece motor sesinden otomobillerin modelini ve üretim yılını bilirdim” diyen Emre’yi adaşı bir nebze de olsa çocukluk günlerine götürüp klasik otomobiller arasında fotoğrafladı. Ortaya röportajı bile gölgede bırakmaya elverişli kareler çıkarken, sohbet de işin sosu oldu. Benim payıma da denizci düğümüyle sağlamladığım bir dostluk düştü.

 

● İzleyici Hakan’ın sakin, alttan alan tavrını seviyor. Peki, onda seni cezbeden nokta neydi?
Henüz 27 yaşındayım ve bu yaşta babayı oynamak açıkçası çok cazip geldi. Önceki işim aksiyon ağırlıklı bir dramdı. Sürekli sokaklarda oradan oraya koşan, silah kullanan ve çatışma halinde olan bir rolü oynuyordum. Hakan ise evine ve ailesine bağlı bir karakter. Bana cidden katkısı olacağını düşündüm.
 
● Hakan’ın kağıttaki ilk haliyle şu an geldiği noktaya baktığında nasıl değişiklikler var?
Aslında hiçbir şeyin değişmediğini söyleyebilirim. Nasıl düşündüysem o şekilde gidiyor. Ekstra, farklı bir done kattığımda “Yok, Hakan böyle yapmaz” demeye başladım artık. Hakan benim de, izleyici için de net ve çok belirgin. Hatta birkaç bölüm önce beyaz atlet giymesi çok ekstrem oldu.
 
● Babayı oynayacak olmanın seni heyecanlandırdığını söyledin. Karşına gelecek çocuk oyuncu konusunda tereddütlerin oldu mu?
Hakan’ı okuduğumda ilk düşündüğüm buydu. İki gün boyunca dua ettim; sakin, sevimli ve anlaşabileceğim bir çocuk gelsin diye. Hatta bir olaydan bahsedeyim. Yapıma gidip okuma provası yapacağız. Bu arada bunu belki de ilk sana anlatıyorum. Yapıma inerken bir pastanede oturup çay içtim. Bu esnada içeri iki kadın ile bir kız çocuğu geldi. Ah o kızın tatlılığını görmen lâzım! Tesadüflere inanan biri değilim ama bir yandan da “O mu acaba?” diye düşünmeye başladım. Bu sırada göz göze geldik kız çocuğuyla ve birbirimize gülümsedik. Ben de bekliyorum, eğer aşağı doğru giderlerse Bengisu’yu oynayacak kız kesin o. Saat de yaklaşıyordu. Çıkıp yukarı doğru gittiler. Sonra yapıma gidip içeri oturdum. Aradan 5 dakika geçti ve kapı çaldı. Tatlı bir çocuk sesi geldi kulağıma ve bir baktım onlar. Diziye dair ilk sevincim de budur.
 
● Alya’yla birlikteyken seni en şaşırtan ya da güldüren an hangisiydi?
Bir kere her şeyden önce inanılmaz zeki ve hiçbir şeyi unutmuyor. Her oyuncu devamını takip etmek, ezberini yapmak ve rolünü iyi oynamakla yükümlü en nihayetinde. Bir keresinde konuşurken sağ elimi yüzüme koymuşum. Plan değiştikten sonra gayriihtiyari sol elimi yüzüme koydum. Normalde bu tür olaylarda rejiden hemen müdahale gelir. Bizde Alya reji aynı zamanda (gülüyor). “Baba öbür elini yüzüne koydun” diye uyardı hemen beni. Sahnede Alya varsa rahatlıyorum. Sürekli kayıtta ve ezberi hep tam geliyor. Çocukluğun getirdiği bir oyun içgüdüsü var onda. Biz malum yitiriyoruz bu duyguyu bir süre sonra. O ise gerçekten oynuyor ve eğleniyor.
 
● Oyun güdüsünü yitirdiğinden bahsettin. Senin için oyunculuk salt bir meslek mi?
Her şeyden önce eğer çok gerçekçi veya günümüz konuşursak evet, bu bir meslek. Fakat en başta çok mutlu olduğum ve her şeye bürünebileceğim bir iş yapıyorum. Ayrıca öğrenmenin sonu yok bu meslekte. Hayatının sonuna kadar hiç bitmeyen bir yolculuğun içindesin ve bu bana çok keyifli geliyor. İçimdeki çocuk ruha sesleniyor biraz da olsa.
 
● Bu çocuk ruhun anılarından en unutamadığın hangisi?
Benim çok uzun zaman en yakın arkadaşım büyükbabamdı. Babam lütfen burada yanlış anlamasın beni. Fakat ilk bisikletimi büyükbabam aldı, ilk kez onun kucağına oturup direksiyonu tuttum. Hepimizin bir kahramanı vardır hayatta, bazı yönleri çok özeldir. İşte, benim için o dev adam öyle. Her otomobil gördüğümde o 5 yaşındaki çocuğa dönüyorum. Ve modum her düştüğünde o ana gidip taze enerji alıyorum.



● Hakan’la bir gün yer değiştirsen hayatında ilk neye müdahale eder?
Daha sakin bir hayat yaşamamı söyler muhtemelen. Biraz oturup dinlenmem ve her şeye bu kadar çok tepki göstermemem konusunda uyarır beni. 
 
● Neye bu kadar tepkilisin peki?
Kuralcı ve hayatı basit algılayan biriyim. Misal eğer bir otomobil sağa dönecekse o sinyali vermeli. Yol boş olsa bile yeşil ışık yandıktan sonra geçerim. Yaya geçidinde bir taksi geçmeye çalışsa uzun süre söylenirim. Aslında bunlar çok basit noktalar. Bakıldığında Hakan’ın da tersi pis. Çok sabrediyor, çözmeye çalışıyor ama tersine geldiği zaman da o yanını saklamaz. Mesela bir bölüm evi terk etmişti. Sadece diş macununu ortadan sıktığı için Simay’la kavga etti.
 
● Bülent’in üstüne gittiği zamanlar Başak’a da o ters yanını göstermişti.
Zaten aslında karı koca birbirlerine çok benziyorlar. Simay kız tarafını, Hakan ise erkek tarafını bunaltıyor.
 
● Peki, senin arkadaşlarını bunalttığın anlar oluyor mu böyle?
Tabii ki! (Gülüyor). Ortada bir yanlış varsa ve olması gerekeni biliyorsan yine de ancak karşı tarafın müsaade ettiği kadar müdahalede bulunabiliyorsun. Yardım etmek iyi bir şey olabilir ama bir hak değil. Yanlış bir şey varsa iki üç kere söyler geçerim. Önceden daha çok yapıyordum bunu.
 
● Kendinle en çok övündüğün veya etrafındakilerin gıptayla baktıkları özelliğin nedir?
27 yaşında olup farkındalık seviyemin bu kadar yüksek olmasına şaşırıyor insanlar. Kendimle en övündüğüm özelliğimi söylemem için ise geçmişe gitmem lâzım. Biraz talihsiz bir öğrenim hayatım oldu. Altıncı sınıfta apandistim patladı ve hastaneye son anda yetiştim. Mikrop kapabilirim diye iki hafta boyunca hastanede tek başıma kaldım. Sekizinci sınıfta ise boğaz enfeksiyonuna bağlı olarak eklem ağrıları yaşadım ve kan değerlerim yükseldi. Sağlık sorunları böyle arka arkaya gelince lisede ipler koptu ve beş yılda bitirdim okulu. Turizm Otelcilik bölümünü kazandıktan sonra Trabzon’a gittim. Ancak ikinci yılın sonunda Ankara’ya dönüp annemle babama oyuncu olmak istediğimi söyledim. Okul hayatım tabii döviz kuru gibi olunca ailem de sadece bir hayalin peşinden gittiğimi düşündü. 20 yaşına kadar hiç tiyatro oyununa gitmemiş olmam da tabii onları haklı çıkarıyor ister istemez. Sadece 5 yaşında bir çocuk oyununa gitmiştim. İşte, bunu hatırladığım dönem “Ben bu okulu kazanıp oyuncu olacağım” dediğim andı.
 
● Aslında bir anda deli cesaretiyle kalkışmışsın bu işe.
Hem de nasıl! O dönem turizm otelciliği bitirmem için bir ay boyunca bir otelde staj yapmam gerekiyordu. Arkadaşımın çalıştığı oteldeki genel müdürle görüştüğümde ona direkt “Sizden para istemiyorum. Dosyamı onaylayın ki hazır bu okul buraya kadar geldi, bitsin. Fakat bir isteğim daha var; boş vakitlerimde yukarıdaki müzik sahnesinde tirat çalışmak istiyorum” demiştim. Arada bir de atölyeye gidip oyunculuk dersi alıyordum. Ve gerçekten de okulu kazandım. İşte, bu adanmışlığımla övünebilirim.
 
● Bugün aynı çabayı ne için gösterirdin?
Yazı yazmak olurdu muhtemelen. Kardeşime sadece bir kısmını okuduğum, kimselere okumadığım bir tiyatro oyunu var biten. Tiyatro yapmayı çok özledim. Benim için su gibidir, keza sinema da öyle. Romantik komedi türünde bir sinema filmi yazdım. Kısa öyküler, şiirler ve deneme yazılarım var.
 
● Neden kimseye okutmadın?
Her şeyin bir zamanı ve nedeni vardır bana göre. Sakın ego ya da benzeri bir durum gibi algılanmasın bu. Yazı yazmak veya Hakan’a bürünmek bana çok huzur veriyor. Keza klarnet çalmak da öyle. Gözlerimi kapatıp o enstrümana üflediğimde bambaşka, inanılmaz huzur verici bir yerde oluyorum. Benim için bu bile yeterli aslında. Sonuçtan çok aldığın yol, atıldığın serüven besleyici ve keyifli. “Kendini bir kelimeyle anlatırsan bu ne olurdu?” sorusunu iki yıl aramam da bu serüvenlerden biriydi.
 
● Bu iki yıllık arayış sonucu cevap ne çıktı?
Anlatıcı. Bir hikâye vardır; bir gün bir kral, “Ülkedeki en güzel kelebeği çizen adamı arıyorum. Bulduğumda ona bir çuval altın vereceğim. Eğer beğenmezsem de kellesini alırım” der. 40 adam gelir ve gerçekten hepsi birbirinden muazzam kelebek resimleri çizer. Ancak kral hiçbirini beğenmez. En son bir ressam gelir ve “Kralım ben sizin istediğiniz kelebeği 5 dakikada çizerim. Ama bana 40 gün süre verin. Eğer 40 günün sonunda 5 dakikada en güzel kelebeği çizmezsem kellemi alın ama çizersem de bir değil, 40 çuval altın alırım” der. 40 günün sonunda çizdiği kelebeğe kral hayran kalır ama sinirlenir de aynı zamanda. “Madem 5 dakikada çizebiliyordun, niye 40 gün beklettin?”. Adam da içerip gidip iki çuval getirerek kralın önüne koyar. Bir sürü kelebek resmi vardır. Bence hayat tam da böyle. Ben seninle şu röportajı yapmak için altı yıl bekledim. Gözlerim doldu şu an bunu söylerken. İşte, bu nedenle senaryolarımı da okutma vakti elbet gelecek ve ben yine kafamdaki sorulara gerekirse yıllar boyunca cevap arayacağım.


Lacivert palto: Moda editörüne ait, Açık mavi gömlek: H&M

 
● Her şeyin sana göre mutlaka bir zamanı olduğunu söyledin. Peki, hayatından geçen tüm insanları düşündüğünde keşke daha önce ya da sonra tanısaydım dediğin biri oldu mu?
Sanırım yok. “Keşke daha önce tanışsaydım”, bir ihtimal cümlesidir. Diyelim ki daha önce tanıştın, belki çok kötü şeyler olabilir. Beni üzen kişilere de denk geldim bu hayatta ama onlar için bile “Niye benim hayatıma girdi?” demedim. Bu “Offf… Bu kitabı niye okudum, çok kötüymüş” demek gibi. İşte, böyle söylemek için okudun aslında. Sadece gerçekten herkese iyi olmaya çalışıyorum. Kimseyle ilgili bir sorunum yok, aksine benim derdim sadece kendimle. “Ben nasıl davrandım?” sorusunu sorarım hep.
 
● Söz arkadaşlıklardan açılmışken gelenek bozulmasın ve ‘Tatlı İntikam’ın çekirdek kadrosunu sana da sorayım.
Aklıma ilk Çağrı (Çıtanak) geldi, ondan başlayayım. Çağrı’yla aramızda inanılmaz bir telepatik güç var. Aynı espriye konuşmadan gülebilen iki kişiyiz (gülüyor). Onunla frekanslarımız çok tutuyor bu yüzden. Sanki daha önce tanıyordum onu. Hazal’ı (Türesan) zaten altı yıldır tanıyorum. Üniversitede akademik anlamda ilk oyunumu onunla oynadım ve sektörde ulusal kanaldaki ilk işimde de o var. Kadroda Hazal’ın olduğunu gördüğümde çok mutlu olmuştum zaten. Muazzam bir enerjiye sahip. Hatta bazen yetişemiyorum ona bu açıdan. Böyle durumlarda Çağrı ve Cemre’den (Gümeli) destek alıyorum. Cemre, birlikte çalışmaktan ve vakit geçirmekten çok keyif aldığım biri. Sette karşılıklı olarak birbirimizi çok iyi besliyoruz. ‘’İyi ki onunla çalışıyorum’’ dediğim biri o. Furkan’la (Andıç) daha yeni yeni sahnelerimiz oldu. İlk tanıdığım andan itibaren hiçbir zaman öteki demedim. İnanılmaz cana yakın ve sıcak biri zaten. Onunla sohbet etmek çok keyifli. Malum iki oyuncu arasındaki en büyük şey konuşabilmektir. Leyla’ya (Lydia Tuğutlu) gelirsek bence o tam adı gibi. Bazı insanlar vardır; temiz düşünür ve bir espri yaparsın, o da tüm naifliğiyle gülümser. İşte, Leyla tam da böyle biri. İş disiplini çok iyi, çalışmayı çok seviyor. Almanya’da doğup büyümüş olması etkili bunda galiba.
 
● Hakan ve Simay için nasıl bir sahne yazmak isterdin?
23 bölümdür Hakan, Simay’ın nazını çekiyor. Öyle bir bölüm yazardım ki 23 bölümlük nazı tek bölümde Simay’a çektirirdim. Bu anı oynamayı ve Cemre’nin tepkisini çok merak ederdim (gülüyor).
 
● Peki, hayatının belli bir dönemine gidip o anın senaryosunu yazacaksın.
Ne yazardın? Çok zor bir soru oldu bu. Oyunculukla daha erken tanışmış olurdum. Liseyi uzatmayıp 18 yaşımda gerçekten konservatuara girmeyi ve 22 yaşlarımda mezun olup çalışmayı isterdim. Fakat benimki öyle bir durum ki gerçekten yaşadığım her şeyden çok memnunum. Senaryoyu değiştirmek istemezdim (gülüyor). Baktığında çok sıkıntı da çektim, üzüldüm de. Fakat hep şu mantıkta ilerledim: “Tamam, üzülüyorum. Ama yaşadım ve bunu öğrendim”. Lisede iyi ki haylazmışım. Tabii burada annemle babama üzülüyorum (gülüyor). Zaten onlardan daha mükemmelini de seçemezdim herhalde. Tabii bir de büyükbabam var, başta bahsettim kendisinden malum.
 
● Dedenden sana miras kalan en değerli öğüt nedir?
Dede değil, büyükbaba (gülüyor). Hiçbir zaman dede dedirtmedi, sevmiyordu. “Her şeyin bir canı vardır” sözü benim için en değerli miras. Bütün eşyaların bir ruhu vardı ona göre. Bu yüzden bana göre tüm otomobiller bir ruha sahip mesela. Otomobillerle konuşurdum eskiden. Eşyalarla iletişim kurdukça dünyayla iletişim kurmaya başladım. Tabii bir de hep “Korkma, yap” derdi. Bu sözü de hayatımı şekillendirmiştir.
 
● Bugün baktığında yapmaktan korktuğun, bir türlü cesaret edemediğin şey nedir?
Yükseklik korkum var. Roller coaster’a binmek ve bungee jumping yapmak çok istiyorum ama hık deyip gidebilirim (gülüyor). Kendimi iyi tanıyorum galiba.
 
● Hayatında aldığın ve pişman olduğun en zor karar neydi?
Ağustos 2010’du yanlış hatırlamıyorsam. Ankara Üniversitesi Tiyatro bölümü ile Eskişehir Anadolu Üniversitesi Konservatuarının son aşamasına kaldım. Ve başta Eskişehir’i istiyordum. Fakat iki yıl zaten Trabzon’da, ailemden uzakta yaşamıştım. O yüzden Ankara’ya kaydı aklım. Şimdi söyleyeceğimi beni o dönem çalıştıran hocam okursa kendisi de yeni öğrenecektir (gülüyor). “Eskişehir’de sınava girmeyeceğim” dedim. Hayatımın en büyük kumarıdır. Arkadaşlarım delirdi ve beni güç bela Eskişehir’e götürdüler. O dönemde de hiç unutmam, ‘Hababam Sınıfı’nda müfettişi oynayan rahmetli Ergin Orbey vardı jüride. Othello’nun Desdemona’yı elleriyle boğduğu sahneyi oynuyorum. Bir anda gülmeye başladım. Gözlerimden yaşlar akıyor gülmekten ve sahneye yumruklar atıyorum. Rahmetli Ergin Orbey, “Ne yapıyorsun sen? Çık dışarı” dedi. O an cevap bile veremedim.

Dışarı çıktım ve bir saat daha bu durum devam etti. Tabii ki sonuçlar açıklandı ve listede adım yoktu. O kadar rahat ve mutluydum ki, o an sanki Ankara’yı kazandım. Delilik gerçekten bu. Ankara’da sınav sonuçlarının açıklandığı günü unutamam. Kazanmışsam eğer mutlaka birileri bana doğru gelecektir umuduyla bahçede oturuyordum. Bir çığlık koptu diğer taraftan ama bana doğru gelen giden yok. Orada geçici de olsa hayatımın en büyük pişmanlığını yaşadım. Ve 30 saniye içinde kendimi toparlayıp “Bir daha hazırlanıyoruz ve Devlet Tiyatrosu’na giriyoruz” dedim. Ardından kafayı bir çevirdim bana doğru gelenleri gördüm. Dil Tarih Fakültesi’nin önünde “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” yazar. Bu söze bakarak yarım saat boyunca hüngür hüngür ağladım. Ve o gün bugündür hiç unutamadığım tek bir şey var; beni sınavlara hazırlayan hocam “Ne olur, şu yaşadığın anı ve mutluluğunu asla unutma” demişti. Bugüne kadar o anı hep hatırladım ve beni dengeledi. En büyük anahtarım budur benim.

Koyu füme palto: Moda editörüne ait, Camel sweatshirt: H&M

● Kendinle en büyük kavgan nedir bu hayatta?
Doğru olduğunu bildiğim bir şeyi yapmamak. Bunun haricinde önceden kimseye hayır diyemiyordum. En büyük kavgam buydu. Uzun bir süre hayat mottomu “Hayır demek kötü bir şey değildir” yapmaya çalıştım. Sevgi senden çıkıyor, dolayısıyla kendine iyi bakman lâzım. Evde kalıp kafanı dinlemek istiyorsun ama asla kıramayacağın bir arkadaşın seni dışarı çağırıyor diyelim; bu durumda hayır diyebilmelisin. Önce sen kendini yeterli derecede sev ve isteklerine cevap ver ki başkalarını da yeterince sevebil.
 
● Bugüne kadar rol aldığın yapımlar içinde “hayır” demediğine pişman olduğun var mı hiç?
Yok. Sadece o anki şartlar ne gerektiriyorsa onu yapmışım. Bazen maddi koşullar elvermediği için bir karakteri oynamışım, bazen de olmak istediğim için olmuşum. Fakat maddi ve manevi bir karar verip oynamışım. Olmasaydı iyi olurmuş dediğim var ama “Tüh niye oynadım?” demiyorum. Çok fazla görüşmeye gittim ama bir yıl işsiz kaldım. Sonrasında iş geldi ama kabul etmediğim de oldu. Bir şeyi yapıyorsan içine sinmesi ve memnun olman gerekiyor. Benim de ödemem gereken faturalarım var ama bunu ne şekilde, nasıl bir ahlak çerçevesi içinde kazandığın önemli.
 
● Ahlâk çerçevesi demişken; diyelim ki RTÜK kurumu yok ve dizi süreleri de 90-120 dakika aralığında. Bu imkânlar varken nasıl bir rolde oynamak istersin?
Süre veya RTÜK kurumu herhalde değiştirmez kafamdakini. Sonraki projemin aksiyon ağırlıklı bir dram olmasını isterim. Dişi, daha derinlikli, üzerine çok düşünmem gereken ve daha çok zaman harcayacağım bir rolde oynamak güzel olur. ‘Tatlı İntikam’da beni zorlayan tek şey karakterimin genç bir baba olmasıydı. Hiç abartmıyorum, tam anlamıyla Hakan’a bürünmem bir ayımı aldı. Bilmediğim bir duygu ve hâlâ bilmiyorum. Annem hep “Kardeş sevgisi evlat sevgisine çok yakındır” derdi. Gerçekten de kardeşimin canı yandığında ya da hasta olduğunda gece uyuyamam. İçim kararır hemen. Hakan’ı da bu histen yola çıkarak inşa ettim. Ve ben güzeller güzeli minik partnerim Alya ile babalığın sadece yüzde birini hissettim. İşte, o zaman karakter senin gözünde çok değerli oluyor. Bir şeyler katmak istiyorsun hep. Dünüm bugünümle eşit olmasın, tek derdim bu.
 
● Egonun hiç senin bir tık önüne geçtiği anlar oluyor mu?
Evet, tiyatroda. Bir gün okulda Sartre’ın varoluş felsefesini çalışacağız. Yönetmen arkadaşım bana üç saat boyunca bu konuyu anlattı. ÖSS’de sırada o kadar oturmamışımdır (gülüyor). Üç saatin sonunda “Ben her şeyi anladım, hepsi bende” deyip kalktım ve ondan iki hafta istediğimi söyledim. Eve gidip iki saat yattım, üzerine çok çalışmadım da ve ondan talep ettiğim sürenin sonunda yönetmenin istediğini verdim. Bir kere aksiyon çekerken yaşamıştım bunu. İlk defa yumruk yiyeceğim ve işin tekniğine dair hiçbir fikrim yok. Okuldaki hareket derslerinde bize anlatılıyordu ama kamera karşısı olunca panik yapmıştım. Sonrasında hemen “Bir dakika dur, burada bir tık özgüven gerekiyor. Hadi kendini bırak ve bunu devreye geçir” telkininde bulunup çok rahat çekmiştik bu sahneyi. İşte, böyle anlarda ego benim önüme geçiyor. Fakat bunu sağlıklı bir şekilde kontrol etmen gerekiyor.
 
● Kontrolünü kaybettiğinde hiç pişman olduğun bir şey yaşadın mı?
Murathan Mungan’ın ‘Taziye’ adlı bir oyunu vardır. Bir töre hikâyesi. Oyunun sonunda oğlu annesini vuruyor. Provalar süresince çok sıkıntı çektim. Final sınavımız vardı, kurula oynayacağım. Canım inanılmaz yandı. Sonuçta bunlar yaşanmış şeyler, kaçamayız bundan. Gencecik çocuklar kendi annelerini vuruyorlar. Provada son ana kadar hiçbir şey olmuyordu ama bitmesiyle benim kötü olmam bir oluyordu. Oyunun sonunda ben “Benden bir isteğin var mı aney?” diyorum; annem de “Yok oğlum, canının sağlığı. Beni bir an önce babanın yanına gönder” şeklinde karşılık veriyor. Kabullenmişliğe ve acıya bak. “Hakkını helal et” diyorum ve oyun benim çığlığımla bitiyor. Bir ağlamaya başladım ki anlatamam. Hocalar delirdiler. “Bu senin yaptığın normal bir şey değil, otokontrolünü kaybetmemen lâzım” demeye başladılar. O an onlara “Evet, ben oyuncuyum ve de bu oyun” diyecek halde değildim. Çünkü gerçekten canım yanıyor. Oradaki çocukların acısını düşünmek beni bitirdi. O anı hiç unutamıyorum.
 
● Kişisel olarak seni en çok zehirleyen, üzen şey nedir?
İnsanlığın bu kadar kıymetsiz olması beni çok üzüyor. Günü bu kadar fütursuzca, boşu boşuna geçirmemiz yaralıyor. Bu kadar sıkıntı, çile, savaş, mutsuzluk, anlaşamamazlık… Yakın zamanda biri bana “Bu dünyadaki en zor şey iki insanın birbirini anlaması” demişti. Bence ileride psikologların yanı sıra dinleyiciler olacak. Sokaktaki kulübelere girip para yatıracaksın ve birileri seni dinleyecek, sen de sadece anlatacaksın. Oraya doğru sürükleniyoruz.
 
● Hayatının tüm ipleri senin elinde. Kendine nasıl bir gün yazardın?
Muhtemelen Yeşilçam’a giderek Adile Naşit, Şener Şen, Kemal Sunal ve Tarık Akanların içinde bulunduğu bir sete dalardım. Tüm günü onlarla geçirip sohbet eder ve toplamam gereken ne varsa toplayıp geri gelirdim. Onlarla bir arada o temizliğin, saflığın ve yüksek değer yargılarının içinde olmak paha biçilmez olurdu.

Denim ceket moda editörüne ait

KISA KISA
 
Takip ettiğin yerli diziler:
Şu sıralar kendi yaptığımız işi bile zar zor yakalıyorum. Fakat geçmişte hem ‘Ezel’i hem de ‘Leyla ile Mecnun’u firesiz takip ettim. Kardeşim İstanbul’a geldiğinde onu Kireçburnu’na götürmüştüm hatta.
 
Takip ettiğin yabancı diziler:
‘Vikings’, ‘Game of Thrones’ ve ‘The Night Of’.
 
Son zamanlarda seni en çok etkileyen filmler:
Belki bunu söylediğim için herkes beni topa tutabilir ama ‘A Beautiful Mind’. Ben çok geç tanıştım bu filmle. O çiftin ilişkisi ve Alicia Nash’in fedakârlığı acayip etkilemişti beni. “Biriyle evleneceksem gerçekten böyle bir kadın olsun” demiştim. Aamir Khan’ın hastasıyım. Tüm filmlerini izledim; özellikle ‘3 Idiots’ ve ‘PK’ favorim.
 
Tüm zamanların en iyi filmleri:
‘Kung Fu Panda’, ‘Forrest Gump’ ve ‘Truman Show’.
 
Dinlemekten sıkılmadığın müzisyen:
Evgeny Grinko.
 
Şu sıralar ‘tekrar’da olan şarkı:
Hüsnü Şenlendirici – ‘Gözüm’.
 
Google’da aradığın en son kelime:
Laferrari
 
Kendini 140 karakterde tanımlamanı istesem:
Sabah uyandığında şarkı söyleyerek güne başlayan, çayı fazla demlediğinde kendine söylenen ama yine de kahvaltıdan keyif almasını bilen biri.
 
Rüya şehrin:
Zürih ve New York.
 
Son zamanlarda en çok etkilendiğin kitap:
Sabahattin Ali – ‘Kürk Mantolu Madonna’.
 
İnzivaya çekilmek istesen kaçış yerin:
Doğu Karadeniz’de Fırtına Deresi’nde bir köy evi.
 
En sevdiğin konsol oyunu:
Need for Speed Most Wanted.
 
Cep telefonunda olmazsa olmaz uygulama:
IMDB.
 
En sık kullandığın kelime:
Eyvallah.
 
Kendi hayatınla ilgili bir kitap yazıyorsun; son cümlesi:
Hayatta her şey bir ve tek şeydir.
 
**

Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
Styling: Erdem Oraylı
Mekân: Trump Towers
Kuleler Otopark'dan Gökdem Bolver'e teşekkür ederiz.


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER