Belki de en
güzel seslerden biridir dalga sesi; sanki her kıyıya vuruşta tüm sıkıntıları
alıp götürür. Öyle ki sinirlendiğinde ya da bir sıkıntın olduğunda derdini
suya anlat derler. Sınırsız hayal gücünün metaforu gibidir engin deniz. Ancak
bazılarına göre de tam tersidir; sıkıntıya işaret eder. İşte, daha karanlık bir
sezona gebe olan ‘Kara Sevda’ için ikinci anlam geçerli. Çünkü ikinci sezona
dair ilk tanıtımda suyun üzerinde hareketsizce yatarak ufka öfke dolu gözlerle
bakan Kemal ile Emir ve anne karnı pozisyonunda yatıp elini boşluğa doğru
uzatan Nihan’ı gördük. Ardından Kemal’in ağzından şu sözler bizi bir adım daha
ileriye götürdü: ‘’İnsan yaşarken öğrenir derler. Ben kaybettiklerimin hesabını
tutarken öğrendim. Uğruna ölünecek bir sevda var içimde en karasından. Öldüm,
yine de öldürmedim. Ben Kemal. Dürüstlüğünü nişan, doğruluğu şeref madalyası
gibi göğsünde saklayan adam. Artık apoletlerimi çıkarıyorum. Adımın üstüne bir
çizik attım. Sil baştan yazacağım tarihimi’’.
Bu akşam ise geçen yılın çarşamba
akşamlarının galiplerinden ‘Kara Sevda’, 36’ncı yani ikinci sezonun ilk bölümü
ile hikâyesine kaldığı yerden devam ediyor. Daha doğrusu tamamen evrilen ana
karakterlerinin dağıttığı hikâyenin parçalarını yeniden birleştirmeye başlayıp
yeni bir dünya oluşturuyor. Bu yıl yollarına iki kişi devam eden senaristler
Burcu Görgün Toptaş ve Özlem Yılmaz, yeni sezonu tek bir cümleyle özetliyorlar:
‘’Kemal, Nihan ve Emir artık başka insanlar’’. İkiliyle dizideki değişimler ve
yurt dışındaki başarısıyla birlikte, RTÜK ve dizi süreleri gibi derin sulara da
daldık.
Kara Sevda, ikilinin yazar olarak ilk bağımsız işleri..
● Öncelikle sizi tanıyalım biraz...
Burcu Görgün Toptaş: Marmara Üniversitesi Sosyoloji
bölümü mezunuyum. Yazmayla olan bağım ise çok eskiye dayanıyor. Kendimi bildim
bileli yazıyorum. Üniversiteden mezun olduğum yıl, Ece Yörenç’in ve Melek
Gençoğlu’nun yanında, önce asistan olarak çalışmaya başladım. ‘Yaprak
Dökümü’nün dördüncü, ‘Aşkı Memnu’nun ise ikinci sezonunda başlayan serüvenim
‘Fatmagül’ün Suçu Ne’, ‘Kuzey Güney’, ‘Kurt Seyit ve Şura’ ve son olarak da
‘Medcezir’le devam etti. Şimdi de ‘Kara Sevda’ var.
Özlem Yılmaz: Ben de Marmara Üniversitesi Radyo
TV Sinema mezunuyum. Mesleğe kamera arkasında başladım. Rejide başladığım
yolculuğum, bir gün esas yapmak istediğimin yazmak olduğunu hatırlatıp durdu
bana. Kendi kendime hep yazdım, yapımcıların karşısına çıkartmak konusunda
birkaç küçük denemem olduysa da o konuda çok cesaretli olamadım başta. Sonra o
cesareti bulduğumda çok şanslıydım (gülüyor). Karşımda Kerem Deren ve Pınar
Bulut vardı. Ardından Türk televizyonculuğunda bence çok özel bir iş olan
‘Uçurum’un ikinci sezonunda, Kerem Deren’in tretmanıyla dizi senaryosu yazmaya
yönelik sürecim başlamış oldu.
● Yeni sezon öncesi birinci sezon finaline değinelim
biraz. Türk dizilerinde ana karakterlerden birini öldürmek neredeyse yürek
isteyen bir iş. Anında izleyicinin gazabına uğruyorsunuz. Ne kadar önceden
belliydi bu durum?
B. G. T.: Ozan’ı ilk bölümü ölümü yazarken
bile sezon finalinde öldüreceğimizi biliyorduk. Bizim için hikâyenin yolda
şekillenmesiyle alınan bir karar değildi. Elbette bir karakteri öldürmek;
özellikle de Kemal ile Nihan aşkının en büyük duygusal engelini yok etme ve
Emir’in Nihan’a karşı elindeki en büyük koz olan Ozan’ı öldürme kararı bir risk
taşıyordu. Fakat o hikâyenin ve karakterin bizim için yolculuğunun bir süresi
vardı ve sezon sonunda bitmişti. Ozan artık hayatımızda olmayacak. Fakat ölümü
ikinci sezonda bize yeni hikâyeler, açılımlar ve sırlar sağlayacak. Bir sezon
boyunca Nihan’le Kemal’i yaşarken ayıran Ozan, kim bilir belki de ölümüyle
birleştirecektir (gülüyor).
Ö. Y.: Ancak aynı zamanda
Ozan’ı hapse sokan olaylara sıralı domino taşları gibi bakarsak,
dominonun ilk taşını Kemal ittiği için de, Kemal’le Nihan arasındaki yeni en
büyük engeli oluşturuyor ve yeni açmazlar seriyor önümüze. Bizim için hem
teknik olarak hem de hikâyenin akışı için olmazsa olmaz bir finaldi.
● Nihan, Emir ve Kemal üçlüsünde ikinci sezonda
hikâye aksında nasıl evrilmelerle karşılaşacağız?
B. G. T.: Her üç karakterimiz de 35’inci bölümün
sonuna geldiğinde, ilk bölümdeki başlangıç noktalarından çok uzaktaydılar.
Şimdi o noktadan daha ileriye gidecekler. Kemal, Nihan ve Emir artık başka
insanlar. Özellikle Kemal’deki ve Nihan’daki değişimi ilk bölümden itibaren
göreceğiz. Kemal çok
özel bir karakter. Burak Özçivit de onu her bölüm şahane şekilde karşımıza
çıkarıyor. Bütün ruhunu ve inceliklerini ortaya koyuyor. O, Kemal’i ileri
götürdükçe, biz de Kemal’le birlikte o dürüstlük, doğruluk ve vicdan
terazisinden geçtik. Bu karakteri bizden, içimizden biri yaptı. Kemal bir sezon
boyunca da bu erdemlerinden bir an olsun taviz vermedi. Değerleri uğruna çok
savaştı. Aynı adam olmak ve inançlarına bağlı kalmak için yenilmekten korkmadı.
Yeni sezonda, tüm yaşadıklarından ve yaşayacaklarından sonra, dürüstlüğünü ve
adalete inancını askıya almış bir adam olarak karşımıza çıkacak. Kötülükle ve
kötülerle savaşırken adalete sığındıkça kaybettiğini yaşayarak öğrendi çünkü.
Nihan ise en
büyük savaşını hep kalbine ve sevdiklerine karşı verdi. Sevgisiyle yaşatan;
severek var eden kadınlardan. Neslihan Atagül’ün de Nihan olması, hem karakterin
hem de bizim şansımızdı. O rolünü şaha kaldırdıkça, izleyiciler de, biz de
Nihan’ı daha çok sevdik. Aşkına daha çok tutunduk. Nihan’ın aşkı ve sevdiğine
bağlılığı, kavuşmak mefhumunun çok ötesinde. Aşkıyla, varoluş biçimiyle çok
değerli bir karakter bizim için. Sezon teaser’ımızda da dediği gibi o, kavuşmak
için sevmedi, yaşatmak için sevdi. Yani aslında kolay kolay kimsenin
yapamadığını yapıyor. Kemal gibi o da çoğunluğun tersine, zor olanı tercih
ediyor. İkisi de sonunda illa kara sevdamız diyorlar (gülüyor). Nihan
sevgisiyle, sevdasıyla ve bağlılığıyla bundan sonra da böyle olacak. Fakat
artık o da farklı şekilde silahlanacak. Çünkü hayatında herkesten ve her şeyden
değerli biri, kızı Deniz olacak. Hem Kemal’den hem de Emir’den bağımsız,
kızıyla birlikte tek başına bir hayatın yollarını arayacak. Fakat hayatın
akışında, kalbi o bedende oldukça Kemal’den uzağa düşemeyecek. Kızıyla birlikte
hep Kemal’in yörüngesinde olacak.
Emir’e
gelirsek... Kemal’in hayatlarına girmesiyle birlikte yenilmez olmadığını fark
eden bir adam olarak gördük onu. Emir gibi biri için vurulduğunda kanının
aktığını bilmek bile bir dönüşüm noktasıdır. ‘’Ben de etten kemiktenim ve
karşımda Kemal gibi bir düşmanım var’’ dedi. Kemal’in varlığı Emir’i; Emir’in
varlığı Kemal’i büyüttü ve dönüştürdü. Tabi ki Kaan Urgancıoğlu’nun varlığı da
hikâyemize ve karakterimize bambaşka bir boyut kattı. Bu sezonda da Emir,
Kemal’in hayatına bıraktığı büyük izle yaşamaya çalışacak. Duygusal iniş
çıkışlarını daha çok göreceğiz. Kemal’le aralarındaki savaş şiddetlenecek. Emir
kaybettikçe hırçınlaşacak, hırçınlaştıkça daha tehlikeli bir adam olacak. Son
ana kadar asla pes etmeyen bir düşman o. Fakat Kemal de öyle. Kemal’e diz
çöktürmek için her şeyi yapacak. Savaşta kaybettiğini masada; masada
kaybettiğini tehditle ve şantajla kazanmanın bir yolunu hep arayacak.
● Emir’den söz açılmışken; izleyiciye 10 kaplan
gücünde ve hırsında bir kötü adam bahşettiniz. Ruh hastası, şizofrenik, canavar
vb. her tür kötü sıfata tabi tutuluyor ama nefret edilmiyor. Bunu neye
bağlıyorsunuz?
B. G. T.: Kemal’le Nihan’a (gülüyor). Çünkü
“o bir Emir Kozcuoğlu” diyebilmemizi onlar da sağladılar. Emir’in etrafına kurduğumuz dünyadaki her
şey, her karakter Emir’i Emir yaptı. Aynı zamanda Emir hiçbir zaman sadece
“siyah” bir karakter olmadı. Gerçek anlamda sorunları, takıntıları ve arızaları
olan ama her şeye rağmen bir noktaya geldiğinde insani sesine kulak verebilen,
o yanını tamamen kaybetmemiş bir adam. İsteklerinde de, arzularında da tutarlı.
Sebeplerine ve amaçlarına sıkı sıkıya bağlı. Bakış açısının ve zekasının
keskinliği gündelik hayatına ve konuşma diline de yayılıyor. Evdeki yardımcıdan
şirketindeki asistanına kadar herkes onun oyun bahçesi. Onu, kötülüklerinin dışında
ve günlük rutininde de izlediğimizde aslında bir yanıyla büyümemiş bir çocuk
izliyoruz. Esprili, zeki ve oyun oynamayı seven çocuk ruhlu bir adam. Aynı
zamanda annesi tarafından terk edildiğine inanarak büyümüş, annesi gözünün
önünde intihar etmiş; yaralı bir geçmişi olan biri. Kağıt üstünde olanlar bir
yana, tabi, ki Kaan Urgancıoğlu’nun şahane oyunculuğu, yorumu da bizim
yazdığımız bir kelimeyi bin yapınca, ortaya keyifle ve severek izlediğimiz Emir
Kozcuoğlu çıktı.
Ö. Y.: Yine tekniğinden yola çıkarak, hikaye evreninde
“kötü”nüz ne kadar iyiyse (gülüyor), ne kadar zeki ve kahramanınızın önüne ne
kadar öngörülemez engeller çıkarıyorsa, o kadar sağlam bir yolculuğa
başlamışsınız demektir. Moriarty’siz bir Sherlock tekdüze bir yenilmezliğe ve
zekaya sahip olurdu. O zaman o kadar heyecanlanmazdık Sherlock için (gülüyor).
Moriarty, Sherlock’un hayatının ve dehasının tekdüze zeminini kıran neşedir,
hayat enerjisidir, hayatı ve bulmacaları sevdiğini ona en çok hatırlatandır.
Bizde de Emir öyle (gülüyor). Emir, tutkulu bir adam. Sahip olmakla ilgili bir
marazı var. Bütün dünyaya sahip olduğunu ve o dünyanın haritasını da paşa gönlü
nasıl isterse öyle değiştirebileceğini düşünüyor. Afrika’yı en uç noktasından,
Cape Town’dan çekerek Amerika’nın ayak ucuna koyabilecekmiş gibi yaşıyor yani
değil ki Nihan’ı Kemal’e karşı kaybetsin. Özgün yöntemleri var Emir’in ve aynı
zamanda insanı, insan doğasını çok iyi tanıyor.
Bir insanı kendine
bağlayabilmekte, kendi sonuçlarının kurbanı yapabilmekte üstüne yok. Olaylar
bittiğinde kimse nerde başladığını hatırlayamaz (gülüyor). Fakat Emir’i bu kadar
sevdiren tek bir şey var: Kemal gibi bir düşman. Kemal de onun Moriarty’si.
Kemal gibi onurlu bir düşman, Emir’i de ayakta tutuyor. Belki başka bir hayatta
ikisi çok iyi dost da olurlardı. Ama başka bir hayatta! Bu hayat, ikisini karşı
karşıya koymak için dizayn edilmiş. Emir, her şeyden önce “lüzumu elzem” bir
karakter. Sevilmesiyle ilgili kendi küçük ölçeğimize dönersek de, güçlü bir
mizahı ve algısı çıplak gerçekle iç içe geçmiş bir dünyası var. Parlak bir adam.
Ve Kaan şahane bir oyunculukla taçlandırıyor karakteri. İlmek ilmek denir ya,
biz öyle örüyorsak, o da tek tek açıyor o ilmekleri, bir denklemi çözer gibi
elementlerine veya artık neyeyse, o parçalara ayırıyor, karakterini çözümlüyor,
doğru cevaplar buluyor içinde ve parlayan bir Emir Kozcuoğlu olarak ekranda
karşımıza çıkıyor. Biz de bayılarak izliyoruz.
İkinci sezonun ağır toplarından biri de Kerem Alışık olacak..
● Kerem Alışık hikâyeye dâhil oluyor. Biraz onun
karakterinden bahsedebilir misiniz?
Ö. Y.: Kerem Alışık benim izlemeyi çok sevdiğim bir aktör.
Ayhan’ı canlandıracak ‘Kara Sevda’da. Çok sevdiğimiz ve Kerem Alışık oynadığı
için de çok heyecanlandığımız, hikâyenin yeni karakteri. Kemal’in karşısına
cezaevinde çıkıyor. Orada sadece değiyorlar birbirlerine. Kemal’in cezaevinde
biriyle hasbihal etmekten çok daha büyük dertleri olacak. Ayhan, dünyayı yemiş
bir karakter. Karanlık bir dünyanın içinde ve kuralına göre oynamayı da bilen
biri. Esasında yalnız bir kurt. Karnını her zaman doyurur ve bunu lezzeti
düşünmeden yapar (gülüyor). Hikâyemizin evreninde birçok karakterimize değecek
bir hikâye aksının sahibi. Kimin tarafında yer alabileceği muammadır böyle
adamların. Her zaman kendi sahasının adamı olurlar ve kendi kapı önlerini
“temiz” tutmaya çalışırlar. Bakalım ne kadar temiz kalabilecek o kapı önü? (gülüyor).
● En başa dönersek; ‘Kara Sevda’nın çıkış noktası neydi?
Ö. Y.: Teknik olarak, Kerem Çatay’dan fikrin çıktığını
söyleyebiliriz. Bizden işi isteyen, ilk tanımlamalarını yapan Kerem
Bey’di. Bu tanımlamalar doğrultusunda
işi kurmaya başladık, arkamıza bütün Yeşilçam kodlarını alarak, çocukluğumuzun
Tarık Akan’ını Filiz Akın’ını, “o ağacın
altı”nı kendi evrenimizde yeniden yaratmaya çalıştık.
● Hangi disiplinlerden yararlandınız? Nelerden ilham
aldınız?
B. G. T.: Açıkçası çok uzun sayfalar yazıp,
süreleri çok uzun bölümlerden oluşan diziler üretiyoruz. Herhangi bir disipline
ya da tek bir disipline bağlı olabilmenin mümkün olduğunu düşünmüyorum. İlla
bir disiplinden bahsedeceksek, bence Türk dizisi yazmaya çalışmak kendi başına
bir disiplin diyebiliriz (gülüyor). Benim yolculuğum özelinde üstümdeki
etkilere bakarsak, kalemimde etkisi olan çok değerli iki isim var: Ece Yörenç
ve Melek Gençoğlu. İki ustanın elinde büyüdüm. Bugün yazdığım her şeyde onların
izi ve Ay Yapım’ın vizyonunun etkisi vardır. Özellikle 2009 yılından ‘Kara
Sevda’ya kadar Ece Yörenç’le birlikte kesintisiz, şahane bir öğrenme yolculuğum
oldu. Kendime uzaktan baksam, üstümde Ece Yörenç’in imzasını net görürüm.
Gururla da taşırım. İlham konusuna gelirsek, ilham bizim için güvenilecek son
liman.
Ö. Y.: Ortaya karışık (gülüyor). Açıkçası haftada en az
130 sayfa yazılan bir senaryoda tek bir disiplinin işe yaramayacağını
düşünüyorum. Seyircinin algısını, reklamlarla birlikte nerdeyse dört saat süren
bir maratonda ayakta tutmaya çalışıyorsunuz. Bunun çok çeşitli imkansızlıkları
oluyor yazar açısından. Disiplinler arası bir yerden ve kendi içinizden yazmaya
çalışıyorsunuz. Burcu da, Anıl (Eke) da, ben de çok değerli ustaların
tedrisatları altında çalıştık daha önce. Benim Kerem Deren, Pınar Bulut, Onur
Ünlü ve son olarak çok kısa olsa da Ece Yörenç’le çalışma şansım oldu. Her
birinin değeri, hem sektör için hem de benim için tartışılamaz. Onlardan
öğrendiklerim, yolumu her zaman aydınlatan bir tılsım gibidir. Her bir ustamın
farklı ve özgün disiplinleri olduğu da apaçıktır. Fakat ‘Kara Sevda’ özelinde
bu, bizim kendine has yolculuğumuz, kendi biricik sürecimiz oldu. Burcu ve
Anıl’la birlikte bu dünyanın gerektirdikleri neyse onun üzerinden kendi
disiplinimizi yarattık. İlhama gelince, ancak kendi içinizden sizi siz yapan
şeylerden iham alarak ve içerden yazarak bulabilirsiniz yolu. Fakat ilham tek
başına hiçbir zaman yeterli değildir.
● Kağıt üstündeki ilk halleriyle bugünkü hallerini
karşılaştırdığınızda karakterleri değerlendirmenizi istesem, ortaya nasıl
bir tablo çıkar?
B. G. T.: Biz bomboş sayfalara kelimelerden
karakterler, ruhlar bırakıyoruz ve dünyalar yaratıyoruz. Bunu oyuncular üstüne
giyiyor, yorumlarını katıyor; yönetmen de hayallerimizin ötesine taşıyor. Üç
boyutlu hale getiriyor. Görsel bir şölen olarak bize sunuyor. Sonra hepimizin
el birliğiyle, kattıklarıyla ekranda karşımıza kanlı canlı, yaşayan karakterler
çıkıyor. O yüzden başladığımız yerle, var olduğumuz yer arasındaki fark beni
fazlasıyla mutlu ediyor. ‘Kara Sevda’ kendi karakterlerini ve evrenini yarattı.
Bunu da her bölüm oyuncularıyla, yönetmeniyle, bütün ekibiyle, emekçileriyle;
ekranda onu severek izleyenleriyle yaptı. Biz de bunun bir parçası olabildik ne
mutlu ki.
Ö. Y.: Tablodan çok yaşayan bir organizma çıkar (gülüyor).
Estetiği, kıvrımları, eğimleri ve hayat
damarları olan canlı bir şey. Çok güçlü oyunculara sahibiz. Burak, Kemal’i aldı
ve büyüttü. Kendi içine sinen ve hepimizi saran bir kahramanın yolculuğuna
tanıklık ediyoruz bizler de. Neslihan, çok yetenekli bir aktrist. Sektörün
ihtiyacı olan her şey var onda. Hilal Hanım’ın (Saral) mahir ellerinde,
Nihan’la Kemal’in aşkına, onların suretlerinde inanıyoruz. İşi sırtlananlar,
üstüne giyinenler için artık o bir iş değil, bir gerçeklik aynı zamanda.
Yazar olarak imza attıkları ilk diziyle uluslararası ödül kazandılar.
● Seul Drama Ödülleri’nden ‘En İyi Dram Dizisi’
jüri özel ödülüyle döndü dizi ve aynı zamanda yanlış bilmiyorsam şimdiden 50 ülkeye
satıldı. Dizinin yurt dışındaki bu güçlü yansımasını senaryo açısından hangi
donelere bağlıyorsunuz?
B. G. T.: Yurt dışı satışlarını ya da yurt
dışında izlenme ihtimalini artırmak için bir mantık gözeterek bugüne kadar tek
bir sahne bile yazmadık. O yüzden, senaryomuzdaki şu durum bu sürecin yaşanmasını
sağladı ya da güçlendirdi gibi bir örnek veremiyorum. Hikâyemizin temelinde
Nihan’la Kemal’in kara sevdası var. Bu sevdayı anlatırken olabildiğince tempolu
olmaya; başlattığımız olayları çok uzatmadan finallendirmeye; yaşananları ve
sırları sündürmek yerine, doğru zamanda izleyiciyle paylaşmayı tercih ediyoruz.
Bizim de izlerken keyif alacağımız, sıkılmayacağımız bir iş yazmaya çalışıyoruz
her şeyden önce. Tüm bunların bir etkisi olabilir belki de; kim bilir!
● “Bizim hayal gücümüzü bile aştı” dediğiniz bir
sahne var mı? Hangisi, anlatabilir misiniz?
Ö. Y.: İnsanın hayal gücünü aşan hiçbir gerçeklik yoktur
dünyada (gülüyor). Yani demek istediğim; daha kafanızdakini kağıda dökerken
başlar kayıp. En yüksek ve en yukardan bir hat çizersiniz anlatabilmek için. Fakat
kelimelerle, tariflerle sınırlı bir yerdir artık orası. Sonra o yazdıklarınız sete gider ve başka
tasavvurlarla ortak bir salınıma girer. Önce yönetmen, kendi içinde nereden
anlatacağını bulur sahneyi. Oyuncular bulurlar. Ve sonra her zaman sizin hayal
gücünüzden, işin doğası itibariyle bir parça uzaklaşmış bir gerçeklik çıkar
ortaya. Ancak bu, yine de mucize gibi bir şeydir. Özellikle iyi bir ekibin
ellerinde şekil almışsa. Biz bu bakımdan da şanslıyız. Sonuç olarak, önemli
olan fikrin, sahnenin çalışıp çalışmadığı, anlattığını bütün vurgularıyla
seyircisine geçirip geçiremediğidir. Bu konuda herkesin içine sinen bir iş
çıktığını düşünüyorum.
● En beğendiğiniz sahne hangisi?
B. G. T.: Hepsi benim için çok özel ve çok
güzel. Ancak bir örnek vermem gerekirse, Kemal’le Asu’nun nişan töreninde,
Nihan’la Kemal’in kuyuda bir araya geldikleri ve Nihan’ın hayaliyle gerçeklik
arasında gidip gelen sahneyi söyleyebilirim.
Ö. Y.: Çok var. Fakat kolaya kaçıp sondan gideyim; birinci
sezonun final sahnesi. Çok güzel çekilmiş ve çok güzel oynanmış bir sahneydi.
Yazarken tıkandığınız, sizi zora sokan bir sahne
oldu mu?
B. G. T.: Sahne özelinde değil ama bölüm
kurarken ya da çatışma noktalarımızda yön değişikliği yaparken ve hikâyenin
rayını değiştirirken onlarca kez düşündüğümüz, zorlandığımız anlar yaşadık.
Bunun dışında tabi, özellikle dikkat ettiğimiz, topluma yanlış mesajlar
vermemek için bazı sahnelerimizde ekstra özen gösterdiğimiz, kılı kırk
yardığımız da oldu.
Ö. Y.: Tıkanıklık olsa bile açılır. Sahne zorsa da
üzerinde çalışarak, onunla oynayarak kolaylarsınız. İnsanı sahneler zora
sokmaz, onlar sizindir zaten; içinizdedir. İnsanı insan zora sokar (gülüyor).
● İki kişi yazıyor olmanın ne gibi avantaj ve
dezavantajları var?
B. G. T.: İlk sezonda baştan sona üç
kişiydik. Anıl (Eke), Özlem ve ben. İkinci sezondan itibaren yola Özlem’le
devam edeceğiz. Anıl biraz durmak ve dinlenmek istedi. Üç kişiyken de, iki
kişiyken de en büyük avantajınız bu kadar uzun sayfaların yazıldığı, yorucu bir
işte yol arkadaşınız oluyor. Her şey bir yana, bilgisayarın karşısına geçip
bomboş sayfaya bakarken, sizinle birlikte o bomboş sayfaya bakan biri daha
olduğunu bilmek bile duygusal anlamda çok değerli bir durum. Yalnız değilsiniz.
Hem güven hem de moral veren bir dayanışma. Yine bir örnek üstünden gidersem,
siz hastalansanız bile set durmuyor ve kanal beklemiyor. İşin her zaman
yetişmesi lâzım. Sırf bu açıdan bile iki kişi olmak, o ikiden “bir”e
dönüşebilmek çok önemli.
● Bir bölümü kaç günde yazmakla yükümlüsünüz? Biraz
Türkiye’deki bu işleyişten bahsedebilir misiniz?
Ö. Y.: Hikâye, tretman ve senaryo aşamalarının toplamı
yedi gün. Biz her şeyi geçen sene üçe, şimdi de ikiye bölüyoruz. Bu yıl bir
hikâye çalışma ekibi de yolda bize dâhil olacak.
"Kemal, Nihan ve Emir artık başka insanlar..."
● Son zamanlarda senaristlere çok yükleniliyor. Bir
yandan oyuncular “iyi senaryo yok ama sistem böyle ne yapsınlar” diye
serzenişte bulunurken, diğer yandan izleyiciler sosyal medyadan senaristleri
topa tutuyorlar. Yakın zamanda Sinema TV Sendikası’yla yaptığım röportajda
onlar da senaristlerin “Yapımcılar dizilerin pahalı prodüksiyonlar olduğunu
göstermek için bizden şöyle sahneler istiyorlar. Herkesin talebi ayrı” tarzında
bir serzenişleri olduğunu söylemişlerdi. Siz neler söylemek istersiniz?
B. G. T.: Biz çok şanslıyız, Ay Yapım’da çok
iyi bir dünyanın içinde çalışıyoruz. O yüzden başka şirketleri, yapımcıları ve
senaristleri sadece uzaktan şahit olduğum kadarıyla bilebiliyorum. Verdiğiniz
örnekler üstünden yorum yapmam doğru olmaz diye düşünüyorum.
Ö. Y.: Çok çeşitli sorunlarımız olduğu açık. Bir şeylerin
değişmesi gerektiğinin farkındayız. En azından sektör olarak farkındalığımız
artmış durumda. Ben Türkiye’de çok yetenekli ve iyi senaristler olduğunu
düşünüyorum. Yapılan işlerin nitelik tartışmaları bunun bir parçası sadece.
Daha önemli dertler var. Bütün meslek birlikleri, bizimki de içinde olmak üzere
ortak ve ayrı çalışmalar yürütüyor sorunlarımızla ilgili. Bu sorunlar içinde
bence en önemlisi dizi süreleri. Konu, hayat standartlarımız, iş güvenliği vb.
ana haklar boyutundan daha ciddi yerlere geldi. Arkadaşlarımız öldü. Hayatlar
söz konusu yani. Dizi sürelerinin kısalması elzem bunun için. Ben biraz buradan
bakarak cevap vermek istiyorum soruya. 130 sayfalık bir senaryoda tempo demek,
sayfa sayısını aşan miktarda sahne sayısı demek.
Yani yazdığınız bölümün
aksiyonuna bağlı olarak değişir ama mesela biz 130 sayfaya ortalama 160-170 sahne
yazıyoruz. Bazen daha çok da oluyor. Bu sadece yazmakla kalmıyor; bunun
çekilmesi, oynanması ve emeği var. Koşullar sertleşiyor o zaman. Kışı var,
yağmuru, karı, boranı var. Uykusuzluğu ve iş yetiştirme telaşı söz konusu.
Adaptasyon sürecinin insani olan limitleri aşması sorunu var. Var oğlu var.
Dediğim gibi hiçbir şey olmuyor değil. Sistemin değişmesi için hep birlikte
çalışıyoruz. Yapımcılara da topu atarak olmuyor. Yapımcılar da o sisteme
çalışan bir parça sadece. Onların da meslek birlikleri var. Sistem değişecekse
makul gerekçelerimizi doğru anlatabilmemiz, birbirimizle doğru noktalardan
iletişime geçebilmemiz, birbirimizi anlayabilmemiz şart. Diyalogla yetinmemek,
yaptırımları devlete yasayla geçirtmek gerekiyor.
● 170 dakika yerine 90 veya 60 dakikalık
dizilerden söz etmeye başlasak yıllardır 170 dakikalık bölüm yazanlardan ‘House
of Cards’, ‘Six Feet Under’ gibi işler beklemek doğru mu? Sizce sürenin
kısaltılmasıyla her şey çözülüyor mu?
B. G. T.: Sürelerin kısalması şart. Bu,
sadece izlenebilirlik açısından değil; insani bir hak olan çalışma koşullarının
iyileşmesi açısından da gerekli. Her hafta film senaryosundan uzun yazıyoruz.
Bölümleri yayına yetiştirebilmek için iki farklı ekipte onlarca kişi çalışıyor.
Büyük özverilerle yayına yetişiyor her dizi. Bizim bir sezonda ürettiğimiz iş
38-40 bölüm, yurt dışında bir dizi sezonluk 10-20 bölüm yayınlanıyor. Bir
sezonda ürettiğimiz iş onların üç sezonu. Böyle olunca da yurt dışındaki
örneklerle kıyaslamak bu işe emek veren herkes için çok büyük haksızlık bence.
Hepimizin isteği daha kısa, özel ve özgün işler yapmak. Bir yandan da artık
farklı platformların, oluşumların çalışmaları var. Kablolarda, dijital
kanallarda kısa ve farklı renklerde işler üretebileceğimizi umut ediyorum.
Ö. Y.: Önce hepimizin bir meditasyona ihtiyacı olur
sanıyorum (gülüyor). Dünyaya yeni gözlerle bakma aralığı, bir pratiği
kaybettiğimiz ya da hiç bilmediğimiz bir gerçek. Fakat çok çalışırız bizim de
olur. Hikâye anlatmak matematikseldir aynı zamanda. Çözülür yani.
● 1 Ağustos’ta Sinema TV Sendikası çalışma saati
düzenlemesi yaptı. Bunun senaryoya nasıl etkileri oldu? Oyuncuların sahnelere
dağılımını, mekan kullanım sayılarını kontrol etmek sizin elinizde. Bu anlamda
nasıl tedbirler aldınız; daha doğrusu aldınız mı?
B. G. T.: Senaryo ne kadar uzun olursa olsun
bunun belli bir süre içerisinde çekilip kanala yetiştirilmesi gerekiyor. Uyumlu
ve hızlı çalışabilmek, karşılıklı bir dayanışmayla hayatımızı
kolaylaştırabilmek için aslında her zaman senaryonun iki ekibe bölünebilir
olmasına, mekan dağılımına, karakterlerin senaryodaki ağırlığına hikâye
elverdiğince önem gösteriyor ve dikkat ediyoruz. Bu, en başından beri hassas
olduğumuz bir konu.
Ö. Y.: İki ekibe bölünebilecek bir senaryo vermeye dikkat
ediyoruz. Gün-gece dengesi, oyuncuların dağılımı, ana aks ve yan aksların
ağırlıkları ve mekanların derli toplu olması... Elimizden geldiğince dikkat
etmeye çalışıyoruz.
● Malum bir RTÜK sistemi söz konusu, dayanağını
anlamlandıramadığımız ahlak kriterleriyle çevrilmiş durumdayız. RTÜK’ün
sınırlamaları olmasa nasıl bir dizi yazmak isterdiniz?
Ö. Y.: Önce o ahlak kriterlerinin anayasasını hep birlikte
nasıl değiştiririz; ona bakmak, üzerinde düşünmek ve çalışmak lâzım. RTÜK
sistemin bir parçası. Fakat nasıl bir “sistemin” parçası? Ortada bir sorun
varsa yüzeyde değil, derinlerimizde ve toplumsal kodlarımızda aramak gerekiyor.
Ve o kodlar hiç mi değişmez şeyler? Bence değişebilir ve iyiye evrilebilirler.
Umutlu olmak ve çok çalışmak gerekiyor. Bunu bir senarist olarak söylemiyorum.
Memleketin bir insanı olarak söylüyorum. Komşumdan, arkadaşlarımdan başlayarak
o ahlak kriterinin nelere göre form değiştirdiğini biliyorum. RTÜK olmasaydı
diye bir hayal kurmuyorum. Onun yerine, RTÜK’ün sadece insanlığımızı kirletecek
ırkçı, ayrılıkçı vb. söylemlerde devreye girmesini ve bütünün hayrını gözetecek
bir kurum olmasını isterdim. Bir vatandaş talebi bu. Ancak bu da sadece kurumun
kendiyle ilgili değil. Dediğim gibi kodlarımızı değiştiren ve ahlakımızı
şekillendirmeye çalışan bir sistem var. Önce o sistemin değişeceği uzun yolu
yürümemiz gerek. Birlikte yürünecek o yol; sadece ayakkabı eskitir gibi hayat
eskitmeyecek tabii. Hep birlikte çalışmamız lâzım. Kadınlar için, çocuklar
için, hayvanlar ve doğa için. Bütün ezilenler ve haksızlığa uğrayanlar için. Ve
senaryonuz da küçük küçük aynı şeyi savunursa bir “şey” yapmış olursunuz.
Ufacık da olsa o yoldaki niyetinizi göstermiş olursunuz.
● Diğer yerli dizilere bakma şansınız oluyor mu?
Hangilerini beğeniyorsunuz?
B. G. T.: Ay Yapım benim yuvam. O yüzden Ay
Yapım’ın her işine, biz neler yapmışız diye mutlaka bakarım. İlk bölümlerini
kaçırmam. Ayrıca sezonda yayına giren her işin ilk bölümünü izlemeye özen
gösteriyorum. Bazen sevdiğim işleri takip etmeye de çalışıyorum ama süreler çok
uzun (gülüyor). Maalesef sezon içinde bir diziyi baştan sona takip edecek kadar
vaktim olmuyor.
Ö. Y.: ‘Hayat Şarkısı’nın ve yeni başlayan ‘Bodrum
Masalı’nın dünyalarını, yarattıkları atmosferi seviyorum.
● Yabancı dizilerden hangilerini takip ediyorsunuz?
B. G. T.: Yayınlandıkları dönemde düzenli
izleyemesem de, sonradan bütün bölümlerini arka arkaya izlediğim diziler var.
Hâlâ devam edenlerden ‘The Affair’, ‘Narcos’, ‘Bron/Broen’ ve ‘Game of
Thrones’u takip ediyorum. Taze bitirdiğim bir de ‘The Night Of’ vardı;
bayıldım.
Ö. Y.: ‘Fargo’ ve ‘The Night Of’. Başlamalarıyla sezon
finali yapmaları bir oluyor. Ve iflah olmaz bir ‘Game of Thrones’ fanıyım. Kış,
nisanın ilk haftasında geliyor, yazımı kışa çevirdiler (gülüyor).