Sırtım girişe
dönük, heyecanla Ayşenil Şamlıoğlu’nu bekliyorum Gezi İstanbul’da. Aslında
kendisiyle tesadüfen de olsa bir hafta önce ayak üstü tanışmış fakat ona yakın
gelecekte onunla röportaj yapacağımı söylememiştim. Bunu düşünürken Taksim’in
alametifarika sesi olan korna ve iş makinelerinin homurdanmaları arasında cıvıl
cıvıl bir ‘’merhaba’’ duyuyorum. Serra Yılmaz’la birlikte geliyor Şamlıoğlu. Malum
‘Tatlı İntikam’ın setindeki talihsiz kaza sonrası ciddi bir fizik tedavi süreci
olduğu için Yılmaz da ona destek oluyor.
Gezi İstanbul’un müdavimlerinden
olduğu için herkes onu ve Serra Yılmaz’ı sıcacık bir heyecanla karşılıyor. Yılmaz,
bizi Ayşenil Şamlıoğlu’yla baş başa bırakıyor ve o an ciddi ciddi karşımda Ferhunde
Hanımlar’ın Meftune’si, Civan Canova’nın delidolu Evaristo’su ve ‘Sen
Aydınlatırsın Geceyi’ filminin Kız Şevket’i ile daha nicelerini buluyorum. Şamlıoğlu’nun
cebindeki tüm karakterler arada kendilerini göstermeye çalışırken, ‘’aşkım’’ ve
‘’sevgilim’’ diye hitap eden, coşkulu konuşan ve manifesto niteliğinde laflar
eden, sıkıca sarılıp bırakmayacağınız müthiş bir kadın konuşuyor benimle. Usta
oyuncu ile yıllar sonra yeniden sahneye koyduğu ‘Kozalar’dan başlayıp yeri
geldiğinde kayıt cihazını kapatarak gündemin tozlu sokaklarına dalıyoruz. Ve en
nihayetinde bu sohbeti bir yemek sofrasına taşıma sözüyle ayrılıyorum Ayşenil
Şamlıoğlu’ndan. Tabii ki yüreğimde koca bir "iyi ki"yle birlikte...
● Demet Evgar’ın teklifiyle tam 19 yıl sonra
‘Kozalar’ı yeniden sahneye koydunuz. Evgar’la yollarınız nasıl kesişti?
O kadar olmuş mu?
Bence öyle demeyelim, yaşım çıkabilir sonra ortaya (gülüyor). İşin esprili yanı
bir tarafa Demet’i (Evgar) ve kurucusu olduğu Pangar Tiyatro’nun oyunlarını
zaten her zaman takdirle takip etmişimdir. Benimle çalışmayı istediğini
söyleyince çok mutlu oldum. Fakat ‘’Kozalar’ı sahnelemek istiyorum’’ deyince
inanamadım. Çünkü yıllar önce İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda birinci perde
‘Kozalar’, ikinci perde ise ‘Ölüler Konuşmak İsterler’ şeklinde farklı bir
konseptle sahnelemiştik. ‘Kozalar’ın yazarı Adalet Ağaoğlu’na ‘’Tek başına
‘Kozalar’ı yapsaydım başka bir şey yapardım’’ demiştim. Demet’in bana bu
fırsatı tanıması ve onunla çalışacak olmak beni çok heyecanlandırdı. Zaten onun
da önerileriyle cast’ı şekillendirmeye başladığımızda heyecanım deyim
yerindeyse patlama yaptı. Oyunculardan yaratı ekibine, kostümcüsünden
ışıkçısına ekibin her ayağı o kadar sağlıklı işledi ki sanki evren de bu işin
yapılmasını istiyor gibiydi. Ve derken kendimizi dünyanın en prestijli tiyatro
festivallerinden Avignon Off’da bulduk.
● Festivalde sahnelenen rejisinden ekibine yüzde 100
Türkiye’ye ait olan ilk oyun galiba ‘Kozalar’. Peki, tepkiler nasıldı?
Evet, metni ve
oyuncusuyla birlikte her şeyiyle Türkiye’ye ait olan ilk oyundu. Her şeyden
önce bizi en mutlu eden yorum Fransız ekibinden geldi. ‘’Bu kadar eğlenceli ve
keyifle, güle eğlene işini yapan bir ekip olmanıza çok şaşırdık’’ dediler. Aslında
festivalde bizden talep ettikleri şey zorluydu. Size toplam iki saat veriyorlar
ve o süre zarfında sahne kurulmuş olacak ve sen çıkıp oynayacak, sonrasında da
bir sonraki ekibe sahneyi teslim edeceksin. Prömiyer günü açıkçası çok
şaşırdım. Türk izleyicinin bu kadar yoğun ilgi göstereceğini tahmin etmiyordum.
Festival ekibi de şaşırdı bu duruma.
● Demet Evgar, Esra Dermancıoğlu ve Binnur Kaya gibi
karşınızda üç güçlü dişi hamur vardı tabiri caizse. Her birini nasıl
yorumlarsınız?
Her biri ayrı bir
gezegen gibiler. Çok hızlı hareket eden üç gezegenle karşı karşıyaydım. Her yönetmen
böyle oyuncularla çalışmayı ister. Son derece disiplinliler ve sizden iki misli
heyecanla o işe tutunuyorlar. Karşımda aynı zamanda deyim yerindeyse üç
çalışkan, yeni mezun olmuş oyuncu vardı. O kadar heyecanlılar ki sürekli ‘’ne
yapabiliriz?’’ sorusunun yanıtını arıyorlar. Bu bence çok değerli. ‘’Ben
bilirim, bana ilişme’’ gibi kaprisleri yok. Bence üçünün çok değerli olmasının
temelinde de bu özellikleri yatıyor. Yeni bir işe soyunurken özgeçmişlerini
çıkarıp portmantoya bırakan üç bebek provaya giriyordu sanki. Bu nedenle
onlarla çalışmaktan ötürü çok mutluyum.
● Peki, özel tiyatro çatısı altında sahneleme
dışında bugünkü ‘Kozalar’, geçmiştekinden hangi yönleriyle ayrılıyor?
Reji anlamında
mantık farklı değildi. Hedefleri ortaktı. Çevrelerine koza örmüş üç isimsiz
kadın söz konusu oyunda. Her birinin farklı dertleri var. Çığlıklarını
içlerinde tutuyorlar. Bakıldığında bu dertler hiçbir zaman değişmiyor, aksine
kötüye gidiyor hep. Bu anlamda değişen hiçbir şey yok. Fakat dekor, ışık,
kostüm vs. bugün gelinen estetik değerler çizgisinde değişti.
● Kadın söylemi açısından ‘Kozalar’ın iletmek
istediği mesaj nedir?
Kadın söyleminden
de öte galiba insanlık adına bir cümle kuruyor. Eğer bizler kendimize göre
önlemlerimizi alıp da güvenli limanımıza sığınıp bize hiçbir kötülüğün
yaklaşamayacağını düşünürsek bilin ki o limana bir gün girerler. İşte, oyun da
bunu söylüyor. Geçmişte Fransa’da oynamış olsaydık bu oyunu belki bugünkü kadar
etkili olmazdı. Bugün ‘’sadece Ortadoğu çukurundadır’’ dediğin terör, kendi
içinizde infilak etti. O yüzden güvenli limanlarımız diye düşündüğümüz
kozalarımızı atmalıyız üstümüzden. Koza örmek demek böcekleşmek demek. Aksine
yaşamın içinde durmalı ve toplumsal sorunların üstesinden el birliğiyle
gelmeliyiz. Dünyada yaşananlara dönüp baktığınızda gerçekten ne kadar üzücü ki
şiddetin ulaşmadığı hiçbir yer yok.
● Özellikle Türk seyircinin ilgisinden bahsettiniz.
Fakat bir yandan Türkiye’de tiyatro seyircisi olmadığına dair bir serzeniş de
söz konusu.
Evet, bu
dediğiniz düşünce hâkim. Fakat Türkiye’de tiyatro seyircisi var. Sadece
bilinçli seyirci kitlesi az. Hangi tarz oyunları sevdiklerini bilmiyorlar. Ayrıca
özel tiyatroların ister istemez mecburi yükselttiği fiyatlarıyla başa
çıkabilecek kişi sayısı da çok az. Devlet veya şehir tiyatrolarında olduğu gibi
sinema biletinden daha düşük fiyata bilet sunuyorsanız o zaman seyirci geliyor.
Fakat nüfusumuzla oranlayacak olursak seyirci sayısı elbette düşüktür. Yalnız
bu noktada Anadolu’daki tiyatro seyircisinden de bahsetmek gerekiyor. Bölge
tiyatrolarında da çok oyun yönetmişliğim var. Ve asla kendimden ödün vermedim.
Seyircimizin hafife alınmasına karşı öfkeliyimdir. Çünkü İstanbul’da yaptığım
rejinin çok daha keskinini Sivas’ta yaptığımda büyük coşkuyla alkışlandı.
Adana’da salon ayağa fırladı. Ve ne kadar acıdır ki Anadolu’da şu cümleyi
duymuşluğum var: “Böyle bir oyunu bize lâyık gördüğünüz için teşekkür ederiz’’.
Sen bu kişilere devamlı tereciye tere satar gibi köy oyunları sahnelersen tabii
ki izleyici bulamazsın. Onlar da daha çağdaş bir reji çizgisini izlemeyi hak
ediyorlar.

● Son günlerde
Şehir Tiyatroları’nda yaşanan üzücü olaylar malum. Siz nasıl yorumluyorsunuz?
İsmi geçen
arkadaşlarımın hepsi çok çalışkan ve onurlu. Sırtlarına dünya kadar oyunu
yüklenip sahne üzerinde ter dökerek emek veren arkadaşlarım onlar. Hepsini çok
iyi tanıyorum. Hiçbirine böyle bir suç atfedilemez. Bir sanatçı muhalif olmazsa
işini nasıl yapar bilemiyorum açıkçası. Muhalif olmak demek pek çok kişinin
sandığı gibi korkunç, kötü veya saldırgan olmak demek değildir. Ben farklı bir
gözle bakıp bir şeyleri tartacağım, biçimlendireceğim, eleştireceğim ve yeniden
olması gerekeni dile getireceğim ki onu sahneye taşıyabileyim. Sanatçı için toplumun
aynasıdır denir. E, ben bu aynayı tutmaya başlayacaksam önce muhalif kimliğimi
korumak zorundayım. Türkiye’de çok kritik bir dönemde haklı ve yerinde bir
temizlik hareketi başlatılmıştır. Fakat isimleri görünce kalakaldım desem
yanlış olmaz. Hepsi pırıl pırıl insanlar. Umarım bu durum düzelir.
● Peki, gelelim ‘Tatlı İntikam’a. Hangi özelliğiyle
kalbinizi çaldı?
Öncelikle gençlik
dizisi olması hoşuma gitti. Türkiye’de çok kalabalık bir genç nüfus var ve bu
nedenle gençlik türünde işler de olmalı. Sonra tabii role baktım. Meliha bugüne
kadar oynadığım kadınlara oranlara biraz sevimsiz biri. Bu da hoşuma gitti
açıkçası (gülüyor). En son rol aldığım ‘Kocamın Ailesi’ndeki rolüme göre
farklı. Biraz daha mesafeli, köşeleri olan bir karakter. Tabii D Yapım’ın Genel
Müdürü Müge Turalı Pak da çok önemli bir faktördü. Müge, çok sevdiğim ve değer
verdiğim bir isim. Bütün bunlarla birlikte karşılıklı oynayacağım oyunculara
baktım. Kerem Atabeyoğlu, Zeyno Günenç, Elif Çakman ve Bülent Seyran’ı
tanıyordum zaten. Genç kadroda da oğlumdan bilgi aldım (gülüyor). Sadece Furkan
(Andıç) değil; tüm genç ekip için şunu söyleyebilirim; bu kadar iyi ve
nitelikli genç oyuncularla tanışmış olmaktan dolayı sonsuz mutluluk duyuyorum. Hepsi
de şahane çocuklar! Bu kadar seviliyor olmak ve bunu da şımarmadan, kendi
kimliklerine sahip çıkarak kaldırabilmek gerçekten müthiş bir yetenek. Zaten
ilk bölümden sonra Twitter’da ‘’Aşığım hepinize!’’ yazmıştım (gülüyor).
● Şu an karşınızda benim yerime Meliha oturuyor
olsaydı; sohbet konusu ne olurdu?
Ben de bir oğul
annesi olarak ‘’Bu kızla alıp veremediğin nedir?’’ derdim öncelikle (gülüyor). Eğer
samimiyetle çocuğunun mutlu olmasını istiyorsan onun seçimine saygılı
olacaksın. ‘’Ben mi, o kız mı?’’ diyen bir tavırla durulur mu? Olacak şey mi
bu? Bir gün kız kardeşim aradı, gülmekten konuşamıyor. Onlar annemle birlikte
Bodrum’dalar. Annem 96 yaşında. Yüksek sesle televizyon izliyor diye kız
kardeşim kulaklık almış ona. O gün kardeşim mutfağa bir şeyler almaya inmiş. "Ne kötü kadınmışsın sen?’’ diye dövünen annemi görmüş (gülüyor). Kardeşim de
kulaklığı çıkarıp "Anne sen ne yapıyorsun?’’ demiş. Annem de "Ayol çok kötü
bu kadın, bayağı kötü. Her şeye burnunu sokuyor. Bu kadar da olmaz ki?’’ diye
bir de kardeşime dövünmüş. Annem bile bunu diyorsa bittim ben, yapacak hiçbir
şey yok (gülüyor).
● Peki, anneniz sizi eleştirir mi? Yaş ilerledikçe
malum hep bir inatlaşma olur.
Dünyanın en pamuk
annesine sahibim. Tüm arkadaşlarım onun için kanatsız melek der. Bizim ailede
bütün gelinler ve damatlar evlattır. Ben de böyle büyütüldüm. Herhangi bir
tartışma olursa aile daima damadın veya gelinin yanındadır. Bunu da şöyle ifade
ederler; ‘’Evlat bize, ailemize emanettir. Tabii ki önce onun yanında
olacağız’’. O nedenle neredeyse hiç eleştirmediğini söyleyebilirim.
● Sizin için sıradan bir gün nasıl geçer?
Öncelikle şu an
ağrılı dizimle bile her sabahki rutinim değişmedi. Yataktan kalkarım, tabii
suratımda yastık izleri olur. Kıvırcık saçlı olduğum için tabii her biri ayrı
yönde kendi halinde takılır (gülüyor). Aynanın karşısına geçerek bu korkunç
görüntüme bakıp ‘’Seni Allah kahretmesin, ne şeker şeysin sen! Kör olma
inşallah kız; yüzünü yıka, bir çeki düzen ver kendine. İnsan içine çıkacak
halin yok. Ama yine de seviyorum seni bu halinle’’ derim. Bu konuşmayı
istisnasız her sabah yaparım (gülüyor). Kahvemi içtikten sonra bilgisayarı açıp
tüm gazeteleri tararım. Hemen Twitter’dan üç beş paylaşım yaparım. Sanki bunu
yaptığımda hayata dair bir cümle kurmuşum gibi geliyor. Mutlak suretle bir
şeyler okumam gerektiği için masanın üzerinde sıralı duran kitaplarımı okumaya
başlarım. Bazen birini çok az okuduktan sonra bırakıp diğerine devam ederim.
Eğer boş günümse evde kalmayı tercih ediyorum. Sokaklarda bir yerlere yetişiyor
olmak çok yorucu geliyor bana. Onun yerine evde kalıp okumak en iyisi.
Özellikle felsefe türünde kitapları okumayı seviyorum. Zaten felsefeyle
ilgilenmeden oyun yönetemezsiniz, hatta bu alanda hiçbir şey yapamazsınız.
Romanlardan çok bu tür sayesinde dünyanın içerisinde kendime daha ne katarım diye
geziyorsunuz. Bunun sonu da yok. Herhalde ‘’Allah’ım hâlâ idrak edemedim’’
derken gözlerimizi yumacağız.
● Son olarak hangi karakteri canlandırmadan veya
oyunu sahneye koymadan bu mesleği bırakmak istemezsiniz?
Galiba
oynayacağım rolden çok yönetmek istediğim oyun daha ağır basıyor. Murathan
Mungan’ın ‘Geyikler Lanetler’ini sahnelemeyi çok isterim. Ama böyle dev bir
prodüksiyondan bahsediyoruz. ‘Geyikler Lanetler’ harika bir masal; ben de
masallara inanıyorum. Aslında bugüne kadar Türkiye’de iki kez sahneye uyarlandı
bu metin. Ve ikisinde de Mustafa Avkıran yönetmiş, ben de ana karakteri
oynamıştım. Bu meslekte beni en çok heyecanlandıran roldür. Ve gerçekten de
yönetmeyi düşlediğim bir masaldır ‘Geyikler Lanetler’.