Bir yanıyla masum ve ürkek, bir yanıyla tekinsiz sevgili
Defne. Beni yanıltmanı, içime düşen kara düşünceleri bir güneş misali boğmanı
çok istemiştim ama kısmet değilmiş. Ters köşe, aslında ters köşenin ta
kendisiymiş..
Çaresizliğin önüne set çekti, o anki buhranla birkaç
adım öteni göremedin. Sevdiğin adamla aranda iki yüz bin lira+ depozitosuz
yalanlar varken mantıklı düşünmeni de bekleyemezdim zaten, ayıp olurdu. Kızamıyorum
işte sana, "ben olsaydım ben de aynısını yapardım" demekten alamıyorum kendimi. Seni
yalana düşürüp Deniz’e sarılmak zorunda bırakanlar utansın ne diyelim?
Şimdi ise Defne için öyle güzel ki uçmak… Öyle güzel ki
tüyden hafif, uçurtmadan serseri, toz zerresinden kıvrak, kar tanesinden savruk
olabilmek gökyüzünde. Bulutun birine tutundu, Ömer’e doğru rüzgarda savruluyor.
Engellerinden kurtulayazmasının şerefine bir bardak soğuk su niyetine aşklarının
üstüne yağan yağmur, Defne’nin üstüne yapışan simsiyah Deniz Tranba aurasını
yıkadı gitti adeta.
Yine de hiçbir iyiliğin cezasız kalmadığı şakacı
drama evrenimizde, hiçbir mutluluk da sonsuza dek başladığı tempoda ilerleyemiyor ne
yazık ki. Hele Defne'yseniz yirmi dört saat bile tam anlamıyla mutlu olmanız
imkansız gibi bir şey. İlla ki Defne’nin bahtsızlığı diyerek de çemberi daraltmak
doğru bir hareket değil tabii. Şunun şurasında topu topu yedi milyar insanız.
Hangimizin mutluluğu başladığı noktadan itibaren kesintisiz wi-fi bağlantısı
gibi kopmadan sürüp gidiyor ki? Kapsama alanı dışına elbet çıkıyoruz. Mühim
olan tekrar mutluluğun çekim alanına girene kadar çabalamaktan vazgeçmemek.
Sen çabalama Defne. Allah aşkına herkes çabalasın ama sen
çabalama. Çırpındıkça daha da batıyorsun daha da yamuluyorsun çünkü. Şeytanla anlaşmaya
varıyorsun falan, hiç gerek yok. Bu saftirik halinle oturduğun yerden ha bire
düşman kazanıyorsun. Bir de şöyle gözü açık, tuttuğunu koparan bir şey
olsaymışsın Yasemin gibi, halin nice olurmuş acaba?

O neydi gız?
Çalışmadan kazanılan her şeyin bünyede yarattığı
huzursuzluk gibi, çoktan pişirilmiş bir armudun kolayca ağzınıza düşmesinin
yaratacağı hazımsızlıktan kaçmaya çalışmak yersizdir. Sevgi neydi? Sevgi
emekti. Sude bir parça da olsa, o hastalıklı sevgisine karşılık bulabilmek
için yapmadığını bırakmıyor ama nafile. O at çoktan Üsküdar’ı geçti bence, Necmi
Amca sağ olsun. O garibim de aklınca kızını korumaya çalışıyor. İlk zamanlar
söylediğime geldik nihayet. Sinan’ın Defne’ye vurgun olduğunu biliyor adam
sonuçta. Doğal olarak kızının yanında yamacında Sinan’ı özel bir sıfatla tutmak
istemiyor. Hangi ebeveyn ister ki?
Beklediğim bir hareketti anlayacağınız. Sinan’ın
bu saatten sonra Sude’ye bir şeyler hissetmesi çok düşük bir olasılık gibime
geliyor. Necmi Amca iyilik ediyorum sanıyor ama Sude Sinan’dan uzaklaştıkça
hırçınlaşıyor. Yapabileceği kötülüklerin skalası da bir hayli genişliyor.
Yasemin dışında da kimseler farkına varamıyor. Son ana kadar hep durumu Yasemin
kotaracak diye bekledim ancak her zamanki gibi sessiz kalmayı tercih etti. Bazen
kötülüğe susmak da en az o kabahati işleyen kadar suçlu olmaktır Yasemin, sen
bunu bir düşün bence.
Keşke ekrandan sahneye girebilmek gibi bir yeteneğimiz
olsaydı. O açık uçlu Marsilya biletini Sude’nin eline tutuşturur, ne güzel
gönderirdik buralardan. Hem İz’in tepemizde asılı duran hayaletinden (ay bak
anmayacaktım ismini unuttum) hem de Sude’den kurtulmuş olurduk bir taşla iki
kuş. E, Ömer de Deniz’in kafasını gözünü patlatsa, ooooh mis. Buralar hep bayram
yeri, tadından yenmez artık siz sağ biz selamet.
Ama yine de hayat bu işte. Sonunda ölüm haricinde ne
olacağını bilemediğimiz bir senaryo. Ne zaman istediğimiz gibi akıp gidiyor ki
yolunda? Kurduğumuz her plan istisnasız tutarınca yürüyüp gitseydi, sevdiğimiz
her insan da bizi aynı şekilde sevseydi yaşamanın ne anlamı kalırdı? Yaşayan birey olabilmek bazen de gerçekleşemeyen planlarımızla, kaçıp
kurtulamadığımız hayal kırıklıklarıyla, sonunu kestiremediğimiz olaylar
silsilesiyle, karşılık bulamadığımız aşklarla, ilkbaharda açan çiçeklerimizi sonbaharda
acımasızca dökebilmemizle anlam kazanıyor. Bazen kendimizi bize sunulanın
akışına bırakmak gerekiyor. Sonuçta Titanic her defasında batıyor, Jack her
defasında ölüyor ama Rose yaşamaya devam ediyor.
Gel gör ki Ömer İplikçi bütün bu akışa rağmen
muhteşemliğinden gram dahi kaybetmiyor. Aşktan gözü kör,
kulağı sağır olmuş vaziyette ama o kadar kusur kadı kızında da var demişler.
Defne’ye “Aramızdaki engel neydi, neden birden evet diyecek oldun?” diye sormak
aklına gelmemiş olabilir ne var bunda? Gitmeyin çocuğumun üstüne aşk sarhoşu o.
Sude’ye ağzını toplatışı olsun, asansör mutfak fark etmeden bulduğu her
fırsatta gözlerinden kalpler fışkırarak arzusunu gayet açık ve net bir biçimde
dile getirişi olsun, Defne beğendi diye hemen o elbiseyi alışı ve bununla
kalmayıp o elbiseyi giyebileceği bir organizasyon hazırlığında oluşu olsun… Ay
olsun da olsun, beni her defasında daha da hayran bırakıyor kendisine. Dışarıda
bir yerlerde umarım ruh eşim olmak üzere yaratılmış bir Ömer İplikçi vardır.
Yoksa Derya gibi kafayı yemem işten bile değil. Dua edin rejimdeyim, hiç kafa
falan yiyemem. Belki üç buçuk porsiyon iskender ve çiğköfte yiyip yanında da
diyet kola içip marul kemirebilirim Koray gibi..

Parlayan yıldızlar takımı..
Koray ve Neriman ikilisine ben artık diyecek söz
bulamıyorum. Bir elmayı ikiye bölmüşsünüz, birine Koray diğerine Neriman
demişsiniz. Onlara güleceğim derken karnımı çatlatıyordum az kalsın. İçimizde
her daim fokur fokur kaynayan fitne fücur kazanı gibiler. Kendilerinden başka
kimselere tahammülleri yok. Özlemişim ama bu hallerini. Zira Neriman’a tek
başınayken katlanmak artık zor geliyordu. Defne’ye her fırsatta bir tokat
çarpmaktan hiç çekinmiyor çünkü. Bu kadar acımasız olmak Neriman’a yakışmıyor.
Ne var yani iki yüz bin liracık bağışlayıverse Defne’ye? İncileri mi dökülür?
Kız onun bir aylık mutfak masrafıdır o. Necmi terk ettikten sonra azıcık huyu
suyu düzelir sandım ama yok anacım Neriman İplikçi bu saatten sonra değişmez
artık.