Bir “fırtınalı denizlerde alabora oldum” hikayesi!
Ah Defne ah. Sana kızmak mümkün olsa belki biraz daha rahat edeceğiz hepimiz. En başta Ömer. “Gitme!” demelere doyamayan, ama belki daha fazla her “Gitme!”sine karşılık yalnız kalmalara doyamayan Ömer. Artık buna alıştığını, dahası bundan gizli ya da belki senin bile bilmediğin bir zevk aldığını düşünmeye başladım ben. Hoş, bazı “eski iz”lerine kalsa sen hayattaki en gerçekçi insanlardan da birisin ama; böyle her defasında adeta beyhude çıkmaya yemin etmiş birtakım umutların, hayallerin, rüyaların peşinde artık ziyan mı diyeyim, telef mi diyeyim, bir şeyler oluyorsun, sana da kıyamıyorum zaar. “Eski iz”lerine karşılık şimdi bazı “sevdiğin izler” var kalbinde tabi artık, sen de haklısın. Velhasıl gönlünde bitmez bir med cezir, ruhun hasta, bedenin bedbaht; gel gör ki ayakkabılarını çıkarıp seni bir yatağına dahi yatıranın yok yazık. Koray’ın “Kuruyup kalasın inşallah!” bedduası mı tuttu nedir artık, aman evlerden ırak!

Ömer’i ‘bırakmaların kadını’ Defne; henüz “o dövme”yi görememiş olabilirsin; ama azıcık dikkat etmezsen maazallah Ömer’in kendisinin bile ruhu duymaya fırsat kalmadan – tamamen refleksel olarak (ayh, kelime mi icat ettim ben!?) – bazı uygulamalı anlatım seanslarının ortasında kalman an meselesi! İlahi Ömer! Sana yaptığımı affına sığınarak “ağlanacak haline gülmek” olarak tanımlıyorum artık! Üstün başınla uyuyakalmış vaziyetine bakıp “O boynunla kolun kim bilir nasıl tutulmuştur?” diye haline acıyamadan, bombaları patlatıp gittin. Uyanır uyanmaz bir doz “Yine gelip kafamı allak bullak ettin!” temalı kırk sekizinci atarını yaptıktan sonra “O vakit ben duşa gireyim...” deyip Defne’yi hala uslanmadan gözlerinin içine bakar bulunca sanırım ki bombalamadan da edemedin: “Başka bir şey yapayım istersen?!” Eline vuramayanların diline vurduğu bir adet Ömer İplikçi. Neyse ki kör topal duşuna girebildin de...Gerçi 1-2 laf daha edeydin de çenemizi yerden zor toplayaydık iyiydi. Sana boşuna İ-LA-Hİ demiyoruz zaar :) 

Sanki Ömer’in kışı iyiden iyiye gelmemiş, koskoca taş köprüler atılıp bardak bardak soğuk sular içilmemiş gibi ben bu bölüm bir türlü ciddileşemiyorsam bu bir yanda gördüklerimden büyük anlamlar çıkaramaya programlı aklımın az buçuk mavi ekran vermesinden, diğer yanda da Ömer’le beraber benim de “alışmış kudurmuştan beter” olup çıkmamdan sanırım. Neriman bunu uzun süre Defne’ye söyledi, ama yanında dura dura sonunda Ömer’i mi lafına getirdi artık nedir: “Bana bak, sen aptallaşmış gibisin!” Ömer bir yanda elinin emeğini, gözünün nurunu, aşkıyla bezeli biricik koleksiyonunu düşmanı Deniz’e kaptırmanın üstesinden gelmeye çalışırken diğer tarafta da kendini Defne’nin dalgalı denizinde alabora olmaya bırakıvermeden de edemedi. Velhasıl bu gelen Ömer’in kışı mıydı, yoksa dört bir yanını çeviren fırtınalı denizlerde yaşam savaşı mıydı açıkçası bilemedim. 

Bazı ilişkiler de böyledir. Ömer sanırım artık bunu kabul de etti. Kendisi belki “Gittinse neden gittin? Döndüysen neden geldin?” demekten vazgeçmiş değil; ama bir insan da bir insana ancak bir yere kadar kızgın ve dargın kalabilir. Bunun doğal bir sınırı var; ve İso’nun belki Serdar’a Yasemin için örnek verdiği o “çizgi” nin bir benzerini, Ömer Defne için çoktan geçti. Öfkeli, yorgun, kırgın olduğunuz insanın aynı zamanda hala “yanında” iseniz; dilinizin ona döktüğü sözcüklerin her biri (dudaklarınızı titretip karşınızdakini duvarlara vurduranlar bile) ne derse desin aslında dibine kadar özlem yüklü sitemlerden ibarettir. Gidemeyen Defne’ye git diyemeyen Ömer, artık her bir “ah Defne ah!” deyişiyle “ister git, ister kal Defne... nasılsa varlığınla da yokluğunla da artık Ömer’in Defne’sisin” diyen Ömer’e evrildi. (Gerçi henüz bunu demedin ama kopye çektim ^.^) 

Bir gün önce sizi en muhtaç anınızda “çok saçma belki ama ben yine de gitmeliyim” diye bırakan kadın, 12 saat geçmeden ilham versin diye karşınıza oturup “bana ne yaşadığını anlat” diyebilir, kağıda “aşk acısı... yarım kalanlar... hayaller... beklentiler...” diye ciddi ciddi not düşüp “heyecan :)” diye de ekleyerek yüzünüze utangaç utangaç bakabilir. 30’dan hallice yaşınızda ve normal şartlarda akıl fikir dolu başınızla bu ızdıraba oracıkta son vermiyorsanız, tek açıklaması vardır: Aşıksınızdır. Buna kızıp gülmek de beyhudedir. Çünkü aşık olmak, her şeyden evvel o ızdırabın gönüllü müptelası olmak demektir. 

Bunu Ömer’le empati kurarak anlamak daha kolaydır belki, ama Defne’ye de sinir olmayı bırakabilirseniz şayet, onun da tam olarak aynı çıkmazda debelendiğini fark edersiniz. Defne’yi Serdar gibi kapılarda kıstırıp “Kızım sen naapmaya çalışıyorsun son bir aydır, oturup düşündün mü hiç?” diye sormak bize nasip olamayacağından belki cevabı tam bilemeyiz.... Gerçi Neriman’ın evindeki davette Ömer’i görür görmez ağzından “Sizi çok özledim!”i kaçırdığı gibi, biz de Defne’yi gafil avlayıp “Madem itiraf etmiyorsun, evlendirmeye de çalıştığın yok gibi, o zaman ne koşuyorsun?” desek; belki çok daha fazlasını duyarız da.... Hiçbir şey duymasak bile Defne’yi her sabah koştur koştur Ömer’in evine sürükleyenin “Neriman oyunu sürdürmeye zorlaması” olmadığını anlamak için de kör sağır ve kalpsiz olmamız gerekir. Oyun artık bir nevi, Defne’nin Ömer’e gitmekten vazgeçemeyen ayaklarının aklında çıkardığı topuk sesleri haline gelmiştir. 



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER