Bu
akşam, şimdiye kadarkinden çok başka bir ruh hâli, çok başka bir düşünce ve çok
başka bir duyguyla oturdum, yazmaya.
On
iki haftadır ilk kez öyküye çok takılmadım, ilk kez sinirlenmedim, ilk kez
ümitsizliğe kapılmadım. Niye mi? Neredeyse ilk sahneden itibaren öykünün sadece
bir kanadına ve oradaki oyunculuğa takılıp kaldım da ondan.
Bu
bölüm için, izninizle, ben “Nilperi Şahinkaya Bölümü” diyeceğim. Kısa ve net…
Öyküyü
konuşuruz, senaryonun oradan oraya savrulmasını konuşuruz, Yiğit, Ebru, Tekin
ve diğer saçmalıkları da konuşuruz ama ben hepsinden önce Nilperi Şahinkaya’yı
konuşmak istiyorum.
Hastanedeki
ilk sahnesinde aldı beni avcuna ve finalde sedyeyle ambulansa bindirilişine
kadar da sımsıkı tuttu. Bölümün başından sonuna dek kızma, üzülme, acıma, şaşırma…
Daha bin türlü duyguyu hissettirdi. Öylesine hızla ve öylesine etkileyici
değişiklikler yaşattı ki Aslı’ya; her seferinde o karşımdaymış gibi tedirgin
oldum, kaygılandım ve içim acıdı.
Aslı’yla
ilgili çatışmanın getirilip bağlandığı yeri beğendim, ben. Görünen o ki onun
durumunun psikiyatrideki karşılığı şizofreni ve gerçekten de şizofreni tam
olarak böyle ortaya çıkar. Sıradan, normal, neşeli, görünürde hiçbir sorunu
olmayan birey, ani bir tetiklemeyle bir anda gerçeklikle ilgisini koparır ve
diğer boyuta geçer. Bildiğim kadarıyla psikiyatrik hastalıkların en
ağırlarından da biridir.
Gerçek
hayatta yaşanması ne denli ağırsa canlandırılması da bir o kadar ağır bir durum
bu. Öyle iyi kalktı ki bunun altından Nilperi Şahinkaya, bir defa daha
oyunculuğuna hayran bıraktı beni. En küçük mimik hatası yapmadan, en basit
detayı atlamadan bakışıyla, bedeniyle, kontrolsüzmüş gibi görünen ama çok ince
ayarlanmış beden diliyle hastalığın her safhasını adım adım geçirdi. Tiyatro
sahnesinde izliyor olsam ayakta dakikalarca alkışlayacağım bir performansla hem
de… Buradan sadece “Emeğine, ruhuna ve gayretine sağlık, Nilperi Şahinkaya!”
diyebiliyorum, ne yazık ki!
Gözlerindeki
buğudan, seçilmiyor ümitler…
Bu
hafta öykünün Aslı kanadına çok odaklanınca diğer cephelerde olup bitenler
kaçtı, sanmayın. Ne var ki Aslı, olabilecek en doğru noktaya taşınınca ve çok
da başarılı canlandırılınca diğer taraflardaki aksaklıklar pek mutsuz etmedi
beni. Yine de söylemeden geçemeyeceğim. Senaryonun özellikle Tekin’le ilgili
olan bütün düğümleri dökülüyor hem de öyle dökülüyor ki sanırım
toparlanmasından yazanlar da umudu kesti ve bir an önce oradaki pürüzler
bitsin, yaklaşımına girdiler.
Şahin’den
aldığı kanla geçen bölüm pamuk gibi olan Tekin, bu hafta özüne dönmüştü. (Bekliyordum gerçi de bu kadar ani ve çabuk değil.) İşin Seyit boyutu bana
sorarsanız evlere şenlik… Avukatın “Yedi kişi, yedi ayrı yoldan harekete
geçecek.” repliği bana yine bir kahkaha attırdı. O “yedi” vurgusu yapan
senarist arkadaş fazla masal dinleyerek büyüdü zannımca, bir türlü gerçek
dünyaya dönemiyor.
Yiğit’le
ilgili bölümler, hakikaten akla ziyan biçimde perişan. Derin’i kurtarmaya
gelişindeki mantıksızlıktan mı söz edeyim, finalde hapishane aracını durdurup
içine soktuğu silahlı adamlardan mı? Gözünüzü seveyim, bir defa kulak verin.
Bakın bu Yiğit’ten ne kötü adam olur ne öyküye itici güç olacak bir detay
çıkar. Bu saatten sonra ona yazılacak hiçbir art hikâye de inandırıcı değil.
Çekin şu Yiğit’i biraz göz önünden. Öyküyü evirip çevirip yine Derin’le Yiğit’i
bir araya getirme planınız varsa da yol yakınken dönün. Orası çıkmaz sokak…
Yiğit’ten Ali’ye rakip olmaz. Her seferinde hem yazılan rolle hem oyunculukla
dövüyor Ali, Tekin’i.
Yazı devam ediyor...