Dizi ve filmlerde reji ekibinin, senaristin ve
oyuncunun en önemli görevi, kurduğu dünyaya izleyiciyi inandırmaktır. Ben
izlerken, yapılan işin “gerçekçi”liğine kaptırmalıyım kendimi. Hayatımdan bir
şeyler bulmalıyım. Ya da kendimden bağımsız bambaşka dünyalara yolculuk
etmeliyim. Hani oyunculara övgü dolu sözler söylendiğinde, hep aynı tepkiyi
verip, “Bu işler ekip işi.” derler ya, gerçekten de öyleymiş. Bunu No:309’u
izlerken bir kez daha anladım. Yani o söylenilen “ekip işi” gerçekten de önem
arz eden bir durummuş. Şu an geldiğimiz noktaya bakıyorum da, ilk bölümlerdeki
inandırıcılığı gitmiş, senaristin Lale ve Onur yazmamakta ısrar ettiği, yönetmenin,
evli çift hissiyatını yakalayamadığı, oyuncuların “aşık” performansı
gösteremediği bir şey izliyoruz. Ve bunun üstüne No:309, her hafta zekâmızla
dalga geçmeye devam ediyor…
Oyuncunun görevi, canlandırdığı karaktere ve hikâyesine
beni ikna etmek. Demet Özdemir’in de, Furkan Palalı’nın da daha önceki işlerinde canlandırdıkları karakterlere her zaman inandım. Ve ikisinin de çok daha iyi
performans gösterebilecek kapasiteye sahip oyuncular olduğunu düşünüyorum. Ama
ne yazık ki Lale ve Onur için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Evet, ikisinin de
hikâyesine inanıyorum. Ama evli ve aşık bir çift enerjisini yakalayabilmiş
değilim. Oyuncuların karakterleri nasıl yorumladıkları da çok önemli. Mesela, Lale’nin küçük bir kız çocuğu gibi sesini tonlayarak konuşmasına anlam
veremiyorum. İnsan eşiyle öyle konuşur mu? He naz, cilve vs yapıyorsa belki.
Ama böyle yaptığında, karakter inandırıcılığını yitiriyor. Demet Özdemir ekstra
bir şey yapmadan, kendi gibi konuşsa yeter aslında hepimiz için. Bir insan
sevdiğine annesine sarıldığı gibi sarılır mı? Bu bölüm fark ettim de, Lale
annesine sarıldığı gibi sarılıyor Onur’a. Bu işte bir terslik var.
Lale, Onur sahnelerinden ben çok mu memnunum sanıyorsunuz?
Yönetmenin görevi, kurduğu dünyaya beni inandırıp,
sahnenin enerjisini bana hissettirmek. Sahnelere bakıyorum, ekranda evli bir
çift izlemediğimi fark ediyorum. Anlamadığım anormal olan biz miyiz, yoksa
onlar mı? Monitöre baktıklarında onlar Lale ve Onur’u evli ve aşık bir çift
gibi görüyorlar mı? Elbette bu durum senaryodan bağımsız değil ama bu duruma
müdahale edecek olan da yönetmen. Senaristin görevi, -belki en zor görevlerden
biri onların- yazdığı şeylerin altına doldurmak. Karakterlerin hikâyelerini
sağlam temellere dayandırmak, izleyiciye güzel bir bölüm sunup, ana hikayeye
güzel sahneler yazmak. Kısacası hikâye anlamında izleyiciyi tatmin etmek. Sadece
bununla da bitmiyor iş, bir de sanat ekibi var. Onur’un kötü durumda olan
ofisi, Yıldız gibi zengin bir kadının, haftalardır aynı saati takması, “sözde
zenginlerin” styling konusunda istenileni verememesi, Lale’nin Lale Sarıhan
gibi giydirilmemesi falan o konulara da hiç girmiyorum.
Bölüm galerisinde bir tane Lale ve Onur fotoğrafı
olunca, bu bölüm de ne izlemeyeceğimi gayet iyi biliyordum. Her zamanki gibi -aslında yazmama bile gerek yok- Lale ve Onur’suz, yan hikayelerle dolu, üstüne
absürt komediden geçilmeyen, yarısı rüyalarla geçen bir bölümü izledik
hepimiz. No:309 hiçbir zaman, benim içim tam anlamıyla bir “romantik komedi”
olmadı ama bu bölümden sonra da, konu artık çığırından çıkıp, “absürt komedi”ye
doğru yol aldı. (Hele Betül bu kadar ileri gitmişken konuyu komediye yöneltmek...
Oraya birazdan geleceğim.)
Peşin satanlar ^^
İzlemeye tahammül edemediğim ve gülemediğim bir tür
olan absürt komedi, Lale ve Onur izleyemedikçe daha çok batıyor gözüme. Keşke
bu bölüm Kurtuluş’u Nusret gibi göstereceğinize, Betül için saçma sapan yargı
mahkemeleri kuracağınıza, Songül’e acayip rüyalar göstereceğinize, iki bölümde
bir birilerine kılık değiştirteceğinize, Lale ve Onur’a yoğunlaşsanız. Bunları
çok yazmak istiyorsanız, hobi olarak yine yazın. Ama Lale ve Onur üzerinden yazın.
Belki o zaman eğlenceli bir çift izlemiş oluruz bizde.
“Aşkım ne iyi yaptık da yemeğe çıktık. Aşkım iyi ki
baş başa kaldık. Aşkım iyi misin? Aşkım, ben Emir’i özledim. Ay Onur ya
haklısın. Ay evet aşkım, doğru söylüyorsun aşkım…” Altı boş, öylesine yazılmış,
her bölüm bol bol tekrar edilen onlarca replik. Bu kadar zenginliğin ve imkânın
içinde neden bizimkilerin tek aktivitesi, karşılıklı yemek yemek mesela? En
basitinden, birlikte sinemaya neden gitmiyorlar? Birlikte yürüyüş, spor neden yapmıyorlar?
Kış geldi geçti, neden bir tatil planı yapıp şöyle Uludağ’a, Kartepe’ye ya da
güzel bir kayak merkezine gitmediler? Ya da birlikte havuza- saunaya girdikleri
eğlenceli, -en klasiğinden her dizide muhakkak olur- neden lunapark sahneleri yok? Neden bizim
çiftimiz gerçeklikten bu kadar uzak yaşıyor ilişkisini? 3.bölüm yorumumda,
“Duygusal sahneler artınca, ay Onur’un Lale’ye olan aşkından istiyorum.” diye
dolaşacağız eminim yazmışım. Tövbeler olsun! Vallahi böyle ilişki, düşman başına!
Yazı devam ediyor..