Gelelim Sinan’a: Bence bu bölüm üzerinde en çok konuşmamız gereken o. Şimdi bir yıl önce kızı nikâh masasında bırakıp biricik dostunun yanına koşmuşsun, kardeşim. Kızı kurtarmış, tedavi filan da ettirmişsin, onu da anladık. İyi de anlamadığım şu: Sen bir yıldır nerdesin? Ölüp bittiğin kadını terk ettin biliyon di mi? Hadi kafan karıştı, şok filan yaşadın, neyse ne… İyi de bir pişman ol; bir dön gel, yalvar yakar, kapısında yat, kendini affettirmek için uğraş! Yokkkk, beyimiz basmış gitmiş gemiye ( Orada ne yaptığı da benim için soru işareti. Büyük şefimiz mürettebata karavana mı çıkardı diye düşünmedim değil); bir yıl sonra elin adamı, eliyle koymuş gibi bulmuş, tutmuş getirmiş İstanbul’a. Aaaa, bir bakıyoruz bizim Sinan terk eden değil de bırakılıp giden sanki. Hayır, anlamıyorum bu tavır, bu tafra kime? Ne bekliyordun annem sen? Pelin kollarına mı koşsun? Sen döndün diye Bülent, boynuna mı atlasın? Bir özlediği annesi, adamın… Diğerlerinin yanında maşallah domuz gibi… Ben Sinan’da en azından yoğun bir özlem bekledim ama izleyici olarak bana geçen sadece “kırgınlık”tı ve açıkçası o kırgınlığa da bir mana veremedim. Yaşattıklarıyla ilgili bir pişmanlık duymayan adamın Pelin’in hayatına bir başkası girdi ya da giriyor diye celallenmesini de anlayamadım bir türlü.
Sinan da değiştirilmiş ya da değiştirilmeye çalışılmış bir karakter belli ki. Sanırım daha sert, daha serseri ruhlu bir adam yaratılmak istenmiş ama ilk bölüm itibariyle bu kimlik bana çok da inandırıcı gelmedi. Motorla gezmekle, karalar giymekle “sert adam” olunmuyor bu bir, ikinci de Sinan’ın “sert adam” tavrına bürünmesi için ortada neden yok. Güven sorunu yaşayan da, aldatılan da o değil.
Tek açıklama geliyor aklıma: Barış, görüntüde düzgün, kibar bir adam… Bunun karşısına çıkarılan Sinan zıtlık oluşturması için serseri ruhlu, karanlık ama çekici bir tip hâline getirilmek istenmiş olabilir. Ama benden söylemesi, Sinan’ın hamurunu bilen biz izleyiciler için bu, çok kabullenilir bir tipleme olmaz. Sinan; şairliğiyle, duygusallığıyla, derinliğiyle sevildi. Bu adamdan, karanlık tip çıkmaz benden demesi.

Sen iki kez nikâh masasında terk edilmek nedir, bilir misin Sebastian?
Bu bölüm bir iki sahneden söz etmezsem olmaz, diye düşünüyorum. İlki Simay ve Başak’la koşuya çıkan Pelin’in onlara “Saçma sapan duygusallıklara hayatımda yer yok” derken yoldan geçen motorsiklete “Acaba, Sinan mı?” dercesine merakla bakışındaki zıtlığı çok sevdim.
Diğeri Sinan’ın kapıyı çaldığını anne yüreğiyle hissedip kendine çeki düzen veren ve birden karşısında gördüğü oğluna kırgınlığını mimikleriyle muhteşem yansıtan Meliha’ya bayıldım. Oğluna kavuşan anne yüreğinin her detayını tek tek izleyenlere geçiren Ayşenil Şamlıoğlu, muhteşemdi. Gerçekten dönüp dönüp izleyeceğim sahnelerden biri olmuş. Canlandıranların da çekenlerin de emeğine sağlık, diyorum.
Son olarak Pelin’in Sinan’la restoranda karşılaştığında ona “Ben burada kaldım, insanların yüzüne baktım, kimsenin bana acımasına fırsat vermedim. Sen hiç olmamışsın gibi yeni bir ben yarattım. “diyerek yaşadığı bir yılı ve bu süreçteki değişimini aktardığı ifadelere ve o sahnedeki oyunculuğuna bittim. “Yeni” Pelin, bu kadar doğru ve net anlatılabilirdi.
Açıkçası geçen haftaki bölümden sonra 24. bölüm umduğumdan çok daha dinamik, çok daha doğru yollara çıkış yapan, ritmi yüksek bir bölümdü.
Dizinin türünün artık dram olduğunu hesaba katarak bundan sonraki çatışmalarda, bağlantılarda, karakterlerde ve akışta dram kurallarıyla düşünmek gerekecek.
Umarım doğru düğümler atılır ve doğru zamanda çözümlenir, hepsinden önemlisi ritmi yüksek, akıcı ve özgün bölümler izleriz.
Bölüm başlığı olarak bu hafta Mevlana’nın bir dizesini seçmiştim, yoruma noktayı koyarken de o dizenin devamıyla bitirmek istiyorum, izninizle: “Artık, yeni şeyler söylemek lazım!”