Güzel
bir tatil ve on beş günlük aradan sonra hasretle oturdum ekran başına. Bugün,
gün içinde izleyebilmiştim fragmanları ve az çok karşılaşacağım tabloya da
hazırlamıştım kendimi.
On
üçüncü bölümde “aşkların dile gelişi” nden sonra uzunca bir süre Rüzgâr ve
oyunu nedeniyle mutlu bir birliktelik gelmeyeceği belliydi ve bir vites
küçültme devresine girmiştik geçen bölümden beri. Bunun en azından üç dört
bölüm daha süreceği de aşikârdı. O yüzden de beklentimi alt sınırda tutmaya
karar vermiştim.
En
azından yaz sonuna kadar sürmesi planlanan dizide böyle duraklamalar normaldir,
hatta gereklidir de… Bu ilerleyen bölümlerdeki bir sıçramaya zemin hazırlar.
Bazen sadece bir mucize
dilersin…
Geçen bölümün sonunda Pelin’i havaalanına doğru giden bir taksinin içinde bırakmıştık. Önümüzde iki seçenek vardı. Ya Pelin, her şeye rağmen o uçağa binip Paris’e gidecek ya da Sinan’dan vazgeçemeyip geriye dönecek. Yüreğim de aklım da ilk şıktan yanaydı aslında. Pelin’in peşinden Paris’e giden bir Sinan hayal etmiştim ben, bunun hayal olarak kalacağını çok iyi bilsem de… Senaryoyu yazan ben değilim ve elbette bütüne hâkim de değilim o yüzden ikinci şık gerçekleştiğinde kişisel olarak bundan mutlu olmasam da şaşırmadım. Üstelik o ikinci yoldan da başka bir açılıma gitmek mümkündü. Nitekim de Pelin’in de oyuna dâhil olmasıyla öyküde yeni bir alan açıldı.
Açıldı açılmasına da uzun süredir söylediğim bir sorun var öyküde: Rüzgâr karakteri, suda yüzen nilüfer yaprağı gibi… Yani temelsiz… Kökü olmadığından tutunamıyor hikâyeye ve bu su üstünde gezinen karaktere birden ağırlık yüklenince battı.
Geçmişi belirsiz bir dede – torun ilişkisi var karşımızda. Dedesinin hastalığına üzülen ve son günlerinde onu mutlu etmeye çalışan bir torun gibi görünüyor Rüzgâr. Hiç karşılaşamadığımız ve ilişkilerinin derinliğini algılayamadığımız bir de annesi var. Bütün bunların yanı sıra Sinan’la dostluğu ve ne hikmetse ona birdenbire âşık oluvermesi de cepte. Hepsini aldım, kabul ettim ve yargılamıyorum da. Anlamlandıramadığım bu kadın; genç yaşta dede otoritesini bir şekilde kırmış, anneyi geride bırakmış, dünyayı gezip dolaşmış, anlattığı kadarıyla kafasına göre plansız hatta marjinal denebilecek bir hayat yaşamış. İyi de şimdi niye “sözde” evlilikte bu kadar gelenekçi oldu? Onu da geçtim. Pelin’i dedenin evine çağırma fikrinin ardında Pelin’i kıskandırma derdi var, tamam bu da anlaşılabilir bir şey ( gerçi bundan ne kazanır çözemiyorum yine de kabul ettim)… Bu kıskandırma işini yaklaşık 30 yaşındaki bir kadın, niye 15 yaşında lise öğrencisi yöntemleriyle yapar? Sinan’ın elini tutmak için saçma bahaneler yaratmak, attan korkan Pelin’i gizliden aşağılamaya çalışmak, Sinan’la baş başa kalma çabalarına girmek… Allah aşkına bunu günümüzün ergenleri bile yapmıyor artık! Bu basitliklerin alt yazısı Sinan’da “Aaaa, Pelin beni kıskanıyooo… Demek ki bana çok âşık!” duygusu uyandırmaksa buna söyleyecek söz bulamadım, affınıza sığınıyorum.
Yazı devam ediyor..