Bundan çok değil 3-4 hafta önce, Eşkıya
bölümlerine yazacak bir şey bulamayacaksın deseler gülüp geçerdim herhalde.
Hikayenin politika dışında değdiği alanlarda satır aralarını okumaya, bölümleri
elimden geldiği kadar tarih ve edebiyata göndermeler yaparak yorumlamaya
çalışıyorum haftalardır. Lakin son iki haftadır hikayede yorumlayacak bir şey
bulamıyorum maalesef. Diyaloglar hala çok güzel, karakterler döktürüyor ama her
şey dev yavaş, hikaye gıdım ilerlemiyor.
Daha önce Hızır için koşu bandında saatte
100 km hızla koşan adam yazmıştım. Koşu bandı hepimizin malumu… Yürüyoruz,
koşuyoruz, terliyoruz, canımız çıkıyor ama hep aynı yerdeyiz. Örneğin ben, son
iki ayda bantta kat ettiğim mesafeyle İstanbul-Ankara arasını gidip gelmiş
olmam gerekiyordu ama yerimden milim oynamamışım… Eşkıya’nın hikayesi de böyle…
Sürekli düşmanlar, yeni düşmanlar, daha yeni düşmanlar, isim değiştirip gelen
eski düşmanlar, masaya oturdukları anda ne mal olduğunu anladığımız hainler,
Ünal bey, Özer, istihbarat, CIA… Aksiyon bol, laf çok ama kat edilen mesafe?
Hikaye anlatmak neredeyse insanoğlunun
dünya adı verilen bu kaya parçasında varoluşundan beri süregelen bir gelenek.
Keza dinlemek de öyle… Mitler, halk şiirleri, masallar, hatta kutsal kitap
pasajları hep hikaye anlatım geleneğinin parçaları… Önce kulaktan kulağa,
ardından yazılı olarak insanlık hafızasına kaydedilen hikayeler, genellikle
benzer yapısal formlarda çıkıyor karşımıza. Genel şablon şu, karakterin bir
amacı olur, biz buna motivasyon ya da niyet de deriz ve bu amacı
gerçekleştirmek için bir dizi aksiyona girer,buna da karakterin yolu diyelim.
Ama bu yolda karşısına engeller çıkmalı ki, yolu izlemeye ya da okumaya değer
bulalım. Hikaye kurarken takip ettiğimiz en kaba şablon bu…
Söz gümüşse, sükut
altındır…
Eşkıya’da bir süredir hissettiğim sıkıntı,
ana karakterin, yani Hızır’ın amacındaki boşluk. Hızır ne yapmaya çalışıyor?
Ticareti mi sürdürmeye çalışıyor? Devleti mi kurtaracak? Bu arada, işin sanırım
ton olarak benzediği yapım olan Kurtlar Vadisi’ni pek izlemediğimi itiraf
etmeliyim. Yani Vadi’de karakterin net bir amacı var mı, yok mu bilmiyorum…
Eşkıya özelinde, Hızır’ın amacını anlayamamak beni hikayeden yer yer koparıyor.
Karaktere net bir amaç koymak, hikaye anlatıcısının da elini oldukça rahatlatan
bir durum aslında. Amaca ulaşan yolda karşılaşılan engellerin dalga dalga
büyümesi, karakterin çuvallaması, amaç kırılması yaşaması, yeniden ayağa
kalkması okuyucuda/izleyicide hikayenin “ilerlediği” hissini uyandıran
hamleler. Oysa Hızır, lokal engellerle savaşıyor. Sevdiği kadınlar, oğlunun
bombalı saldırıda yaralanması, bebeğinin kaçırılması, Ünal, Viktor, Mahmut…
Bu
lokal engellerin hep daha büyük bir amaca hizmet etmesini, daha büyük bir engelin
parçaları olmasını umuyorum ki, hikayede ilerleyebildiğimizi hissedebileyim…
Hikayede ilerlediğimizi hissettiğimiz bir diğer öğe olan aciliyet duygusunu da
maalesef pek hissedemiyoruz Eşkıya’da. Örneğin Meryem’in boşanma olayı… Meryem
çok kararlı bir şekilde çıktı evden, daha doğrusu atıldı… Bana göre dizi o
bölümde milat yazmıştı. İlerleyen bir aksa kavuşmuştu nihayet. Bir karakter top
çevirmeden bir amaca ulaşmıştı… Boşanmak! Üstelik bu ana karakterimizin hiç
istemediği bir durumdu… İşte çatışma! Meryem’in durumunu neden buzdolabına
kaldırdılar hiç anlayabilmiş değilim. Orada cayır cayır yanan bir ateş vardı,
neden söndürdünüz? Meryem’in boşanma işlemleri son gaz devam etseydi ve Hızır
durdurabilecek mi diye izleseydik keşke. Çatışmaları rölantiye almak sadece
etkilerini azaltıyor ve işi yavaşlatıyor. O hikaye canlandırılmaya
çalışıldığında, üç hafta önce verdiği duyguyu verebilecek mi çok şüpheliyim…
Yazı devam ediyor..