En son iyilik, merhamet, en iyi biziz, en namuslu biziz, işte vicdan, işte feraset, iyi, iyi, iyi ve de iyi diye bırakmıştık Deha dizisini. Aradan üç hafta geçti. Ben hala bu dizi neden bölümlerce anlattığı hikâyeyi birden unuttu, neden bir türlü hikâye ilerlemiyor, neden sürekli iyilik pompalanıyor diye düşünürken-ki hala anlam veremiyorum son bölümlerde karakterlerin nasıl bu kadar beyin hasarına uğradığına, neden bu kadar sapıttığına- yepyeni bir sayfa vadederek geri döndü. Bana vadedilen hikâye bu muydu? Belki sonuçta varacağı yol buydu ancak yine de bu değildi. Rayından bir güzel çıktı her şey. Yani böyle bir hikâyeyi 15 bölümde nasıl harcayıp, nasıl böyle yerinde saydırdınız, yetmedi son bölümlerde her şeyi karıştırdınız hala inanamıyorum. Sevgili senarist, zor durumdaysanız ‘vicdan’ diye akrostiş yapın, ben anlarım.
İkinci şanslara inanırım ben. Üçüncüyü vermem ama baştan belirteyim. Bir umut işte, bir şans daha verelim dedik, çok şeyler olan ama aslında hiçbir şey olmayan dizimizde artık bir şeyler olacak herhalde dedik ilk fragmanın da etkisiyle, kadro da çok iyi dedik oturduk ekran başına. Geçiş bölümü dediğimiz bölümlerden biriydi. Nasıl bir geçişse 15 bölümdür geçemedik zaten. Bölümün başlarında yine biraz sıkıldım. Ama genel olarak bu açtığı yeni sayfa bende bir merak uyandırdı. Bölüm de önceki bölümlere göre iyiydi. Ama benim güzelim ana hikayemi, karakterlerimi yediğiniz için hala kızgınım. Senariste ufak bir önerim var. Son 3-4 bölüm anlık yazılıyor gibi geliyor demiştim daha önce. Aksine de beni kimse inandıramaz. Bence şöyle korkmadan artık girdiğiniz yol neyse bir yazın, bir oraya bir buraya sapmadan, biz de izleyelim. Karar verin artık ne tarz bir hikâye anlatmak istediğinize. Bu dizide aslolan hikâye. Aksiyon. Olaylar. Dehalık bir şeyler. Karakter evrimleri. İç çatışmalar, dış çatışmalar. Ne olur şu yola bir girin ve yazın artık. Gireceğiz de diyorsunuz bu bölümle bambaşka bir aksla da olsa. Hayırlısı... O zaman… Perde…
En son karakterleri bıraktığımız yeri hatırlayalım. Karga sarhoştu, mahpusa düşmüştü. Cesur Devran ölsün-hala inanamıyorum- diye dolanıyordu. Beyninde enfarkt olan aşiret reyisi amcamız bilmeceler falan böyle alengirli bir şeyler yapmaya çalışıp iki kızımızı da kaçırtmıştı. Baba oğul birbirlerinden habersiz kızları arıyordu. Devran kuyunun dibinde İmre’yi bulmuştu Esme sanarak. Biz de ne çok şaşırmıştık ama. Şaşıra şaşıra bir hal olmuştuk. Tepeden şıpı şıpı yağmur yağarken İmre kucağında isyan ederek bitirmiştik sahneyi. Diğer taraftan İskender, İmre’yi bulamayıp kafasını duvarlara vuruyordu. Esme de -aşiret reyisi amca insan utanır, iki gün önce kızı gelin almaya çalışıyorsun, kız sana sonra yardım ediyor, yine yaranamıyor, gidip kızı kaçırtıyorsun- nerde olduğunu bilmediğimiz bir yerde baygın bir halde yatıyordu. Devran ve İmre ile devam etti sahne, çamurun içinde yuvarlandılar bir süre. Devran aklını yitirmek üzereydi son olayların da etkisiyle. Aras Bulut İynemli’yi gerçekten hakketmiyoruz ya. Güzel bir sahneydi, sevdim. “Aklımı korumam lazım bana yaslan.” tretmanı da hoşuma gitti. Melis Sezen’i ilk defa izliyorum bu dizi ile. İmre karakterini izlemeyi sevdiğimi -büyük harflerle SEVİYORUM- daha önce de söylemiştim. Aksi olması için dayatılmasına rağmen. Devran tarafından kurtarıldığına mı sevinsin kız, yoksa “Esme nerde?” diye Devran’ın kafayı yemiş halde sayıklamasına mı üzülsün... Sonrasında İskender geldi, İmre’yi çıkardılar. İmre şifreyi söyledi ve Devran koşturdu Esme’yi kurtarmaya. Esme’yi buldu bulmasına -ki bu konu bölümün yarısını alır uzattıkça uzatırlar diyordum, uzatılmadığına memnunum- ancak yine senarist herhalde hırs yaptı dehalık bir şeyler yok dememize, orda basınçlar masınçlar bir şeyleri çözdü kucağında Esme garibimle ve kaybetme korkusuyla koştur koştur oradan çıktı, patlama ve epilepsi kriziyle bu sayfa kapandı.
Sonunda İhsan amca defterinin kapanmasına sevindim çünkü bu aşiret reyisi olayı beni çok baymıştı. Birdenbire çıkan saçma sapan bir konu. Olan canım Karga’ya oldu. Ah ah, nasıl bir potansiyel arka plana atıldı hala inanamıyorum. Bu arada Sofi de artık biraz daha hikâyeye dahil olabilir mi?
Sonunda Cesur sahneye girdi. Özlemişiz kendisini izlemeyi. En son takıntılı âşık olacaktı ama senarist herhalde Taner Ölmez’in bu karakteri oynadığını geç de olsa fark etti. Onun zekasını, ortalığı karıştırmasını izlemeyi seviyorum. Bir bölümü Cesur firarda ile harcayacağınıza keşke İskender’le Devran’la daha dolu dinamikler yazsaydınız da izleseydik. Akıllı bir karakter. Kardeşiyle de kavuşsun bir an önce, sürekli zoom yaptığınız o şahmeran nerdeyse onu da geri versin İmre’ye. Atlar, kurtlar, ejderhalar, turna kuşları, kargalar… National Geographic izliyoruz sanki. Büyük büyük karakter kartları. O kartların ne kadar doldurulduğu koca bir soru işareti. İmre-Cesur ve Aysel-Cesur izlemeyi de iple çekiyorum. Annesini vurduktan sonra o kısım da hiç işlenememişti umarım orayı da işlerler. Hiç kimse bembeyaz değil doğru. Ancak hiç kimse de simsiyah değil. Cesur’u fazla siyah yazıp o ayarı bence kaçırmıştı senarist ancak şu an biraz daha dengeleyecek gibi duruyor. Esme ve Cesur’un sahneleri olunca birbirleri ile evrilirler diye düşünmüştüm ben. Bembeyaz bir karakter ile simsiyaha doğru giden bir karakter. O da yalan oldu artık. Neyse, hoş geldin Cesur.
Devran’la İskender sahneleri eğlenceliydi. Akıllı bir çocuk diye övmesi, yine kazık atacak olması, baba oğul didişmesi... İskender seyir zevki olan bir karakter. Gönül isterdi ki baba oğul savaşı içinde izlemeye devam edelim ama tabii o hikâyeyi hüp diye içinize çekince oradan da geri dönüş olmuyor artık. Bu bölümle ilgili o komediyle harmanlanmış toplu sahneleri çok sevdim. Sonunda tüm karakterleri bir yerde görebiliyoruz. Cennet Mahallesi gibi hepsinin tek bir evde toplanıp didişmesini izlemek eğlenceliydi. İmre gibi kahkaha atarak izledim ben de sahneyi. Gerçi şimdi oradan da bir iki laf edersiniz kadın dediğin kahkaha atmayacak falan diye.
Yazı devam ediyor...