İkinci uzun metrajlı filmi Blue Ruin’le olumlu eleştiriler alıp sinemaseverleri, özellikle de gerilim türünün hayranlarını heyecanlandıran Jeremy Saulnier bu filmden sonra gerilimden şaşmamış, bu türde Green Room ve Hold the Dark’ı kotarmıştı. Green Room’la gerim gerim geren ama Hold the Dark’la beklentileri karşılayamayan Saulnier bu iki uzun metrajın ardından HBO’dan gelen True Detective teklifine evet demişti. 2013’ten sonra TV’ye dönen ama burada da umduğunu bulamayan, serinin yaratıcısı Nic Pizzollato’yla anlaşamayan Saulnier kısa bir aranın ardından aksiyon/gerilim türlerindeki Rebel Ridge’i yazmaya başlamıştı.
Senaryoyu 2020’lerde tamamlayan Saulnier çekimlere ‘21’de John Boyega’nın başrolünde başlamıştı. Ama bir şeyler olmuş, çekimlerin ortasında Boyega filmden ayrılmıştı. Bunun üzerine proje rafa kaldırılmış, çekilen sahneler çöpe atılmış, yeni başrol için casting aşamasına dönülmüştü. Uzatmayalım, sonuçta Boyega’nın rolü Aaron Pierre’e teslim edilmiş ve çekimlere sil baştan başlanabilmişti. Neticede üç yıllık çekim ve post prodüksiyon sürecinden sonra film sonunda yayında. Peki yılın merakla beklenen aksiyonlarından olan film beklentileri karşılıyor, Hold the Dark başarısızlığını unutturuyor mu? Hem evet hem hayır. Filmin güçlü olan tarafları da mevcut, zayıf yönleri de. Bunları bir bir inceleyelim.
Saulnier önceki filmlerinin aksine bu kez alabildiğine bilindik, yüzlerce, belki çok daha fazla işlenmiş bir hikâyeyle karşımıza çıkıyor. Eski bir asker olan Terry’nin bisikletiyle bir kasabaya doğru giderken açılıyor film. Çok geçmeden kasabanın kirli polislerinden ikisi, Terry’nin bisikletine çarparlar, Terry düşer, ardından onca uzlaşma çabasına rağmen kendisi için önemli olan parayı bu kirli polislere kaptırır, olaylar da bu şekilde birbirini tetiklemeye başlar.
Yönetmen merkeze Rambo, Bourne benzeri (ama daha ziyade Rambo), tek başına bir ordu dolusu adamın hakkından gelebilecek bir kişiyi koyuyor. Karakter hemen Rambo’yu hatırlatıyor. Ama sadece Rambo’dan esinlenilmiyor. Kirli bir kasabaya gelen kovboyları konu alan westernlerin, politik eleştirileriyle Michael Clayton’ın, ırkçı polis teşkilatıyla Mississippi Burning’in ve daha pek çok suç filminin de izinden gidiliyor. Yani filmi izlerken akla pek çok film geliyor. Bu açıdan son derece klişe bir çıkış noktasına, kahramanlara (Terry ve Summer), kötülere (tek boyutlu, tanıtılmayan ırkçı ve yozlaşmış polisler) sahip. Bu klişe çıkış noktası ve kahramanlar ilk bir saatte pek rahatsız etmiyor. Zira bu ilk saatte Saulnier en iyi bildiği şeyi yapıyor ve polislerle kahramanımız arasında epey geren, sürükleyici bir atmosfer oluşturuyor. Özellikle Terry’nin gerçek kimliğinin ortaya çıktığı sahne filmin pik noktasını oluşturuyor. Bu sahnedeki diyaloglar, ırkçılık, gerilim, mücadele oldukça iyi kotarılmış.
İlk bir saat filmin en güçlü tarafı. Fakat sonrasında Saulnier elindeki klişe plot’a Michael Clayton benzeri politik eleştiriler de eklemek istiyor. İkinci saate girilirken filmin temposu bu yüzden alabildiğine düşüyor, izleyici belki Jason Statham’lı filmler gibi çatışma dolu bir aksiyon beklerken Saulnier filmi buradan bile isteğe uzaklaştırıyor. Elindeki aksiyon filmini Michael Clayton’a dönüştürme çabası işlemiyor, temposuzluk bu “aksiyon” filmine zarar veriyor. Öte yandan Saulnier iki kahramanın (Terry ve Summer) bir olup herkesi (kirli polisleri) öldürmelerini ve günü kurtarmalarını istemediği için özellikle Terry sinemanın belki de en etkisiz ‘ordu gücündeki kahraman’larından oluyor. Saulnier eldeki klişe hikâyeyi ve izleği politik eleştirilerle (ABD’de kasabalardaki polis merkezlerinin bütçelerinin kesilmesi, küçük bütçelerle bir dolu suçu çözmelerinin ve merkezlerin kâr etmesinin beklenmesi gibi durumlara dönük eleştiriler, küçük kasabalardaki ırkçılık, adalet sisteminin çürümesi, uyuşturucu bağımlılığı ve daha nice politik konu) ve “haydi bu kez kimseyi öldürmeden günü kurtaralım”la farklılaştırmaya çalışıyor ama bu kanaldan ilerleyince aksiyonsuz bir aksiyon filmine imza atmış oluyor, katharsisi sağlayamıyor.
Filmin son kısımlarında meydandaki çatışmanın iyi çekilmediğini, kurgulanamadığını ve heyecanlandıramadığını da söyleyebiliriz. Velhasıl iki saatlik Rebel Ridge ilk saatinde heyecanlandırıp ilerisi adına diken üstünde tutarken ikinci saatinde izleyiciyi filmden koparıyor. Adeta filme ölü toprağı atılıyor. Filmin en büyük sıkıntısı da birbirleriyle alakası olmayan filmlerden (Rambo ve Michael Clayton) bir karışım yapma çabası. Saulnier hem heyecanlı bir aksiyon filmi yapmak istiyor, ordu gücündeki bir adamın polislerle mücadelesini işliyor, hem de M. Clayton gibi politik bir gerilim yapmak istiyor, Mahsun Kırmızıgül gibi bir dolu toplumsal soruna (uyuşturucu bağımlılığı, ırkçılık, yozlaşma...) değinmek istiyor. Ama hepsini aynı anda yapamıyor ve neticede sıkıcı ve mantıksız bir aksiyona ve politik filme imza atıyor.
Filmin köstebek tarafı da en mantıksız tarafı olup çıkmış bu arada. Olayların fitilini ateşleyen polisin aslında iyi birisi olduğu ortaya çıkıyor finalde ama akla mantığa uymuyor bu sürpriz. Daha derine inilirse bir dolu mantıksız sahne bulunabilir ama burada yazıyı bitirelim. Rebel Ridge yönetmenin önceki filminden daha iyi olsa da yine beklentileri karşılayamıyor.