The Iron Claw: Zalim babalar, çilekeş oğullar

The Iron Claw: Zalim babalar, çilekeş oğullar
2011 yapımı slow-burn gerilim filmi Martha Marcy May Marlene’le adını duyuran senarist-yönetmen Sean Durkin bu filmden sonra sinemaya dokuz yıl ara verip 2020’de The Nest’le dönmüştü. Durkin bu kez arayı daha fazla uzatmadı ve geçen sene güreş draması / biyografik film The Iron Claw’la beyazperdeye döndü. 1980’lerde geçip Amerikan güreş tarihine adlarını (şampiyonlukları ve trajedileriyle, bu sebepten ‘kanla’) yazdıran Von Erich Kardeşlere ve onların despot babası Fritz’e odaklanıyor. Zac Efron, Jeremy Allen White, Harris Dickinson, Maura Tierney, Holt McCallany ve Lily James’li film ne yazık ki vasata bile erişmekte zorlanıyor. 

Aslında ortada büyük bir trajedi mevcut. Filmde Efron’un canlandırdığı Kevin haricindeki bütün bireyler genç yaşta vefat etmişler. Jack Jr daha altı yaşındayken ailenin ihmalkârlığı sebebiyle kazara boğularak ölüyor 1959’da. 84’e geldiğimizde 25 yaşındaki David müsabaka için gittiği Tokyo’daki otelinde bağırsak iltihaplanmasından ölüyor. Aile bu ölümün yasını atlatmadan 87’de 23 yaşındaki Mike intihar etmiş. Onu 21 yaşındaki Chris’in (91 yılında) ve 33 yaşındaki Kerry’nin (93 yılında) intiharları takip etmiş. Aile üyelerinin hepsini güreşe yönelten, zorlayan, baskıcı baba Fritz ise 97 yılında 68 yaşındayken kanser sebebiyle ölmüş. Görüleceği üzere Kevin’ın kardeşleri gencecik yaşta hayata dair tüm umutlarını, heyecanlarını yitirip intihar etmişler veya hastalık ve kaza sebebiyle yine genç yaşta vefat etmişler. Bunca ölümün peşi sıra vuku bulması neticesinde aile için “Von Erich Laneti” tanımı kullanılmaya başlanmış.  

Durkin filmini bu lanetin bizatihi sebebi olan Fritz’in (despot babanın) bir müsabakası ve filme adını veren, ailenin güreş kariyerinde önemli bir yer edinen “demir pençe”siyle açıyor. Ardından merkeze ailenin halen hayattaki tek büyük bireyi Kevin’ı koyup aile bireyleri arasındaki sevgiyi, babaya duyulan saygı ve çekingenliği, babanın kendi olmamışlığını (dünya şampiyonu olamamanın yarattığı eziklik) bütün evlatları üstünden gidermeye, hepsini dünya şampiyonu yapmaya çalışmasını işliyor. Filmin ilk bir saati müsabakalar, Kevin’ın kardeşlerine dair sevgisi ve Pam’le tanışıp yuva kurmasıyla geçerken son saatte yukarıdaki trajediler sırayla resmi geçit yapıyor. 

Filmin, daha doğrusu senaryonun ilk sorunu karakterizasyonda. Kevin ve Fritz haricinde karikatürü aşıp derinleşebilen karakter yok, ki bu ikisinin de alabildiğine iyi yazıldıklarını söylemek güç ama en azından diğer kardeşlerden ve anneden daha fazla tanıyoruz baba-oğlu. Lakin 30 dk. gecikmeyle hikâyeye giren Kerry (White) de, güreşmese müzikte bir kariyer yapabilecek yetenekte olduğu ‘çıtlatılan’ Mike (Stanley Simmons) da diğerlerinin gölgesinde kalıyorlar. Kardeşlerden David (Dickinson) biraz öne çıkıyor ama neticede Durkin hiçbir erkeği tam tanıtamıyor. Karakterizasyon bu şekildeyken senaryoyu senaryo yapan çatışmalar da alabildiğine eksik kalmış. 

Aslında ortada büyük bir çatışma mevcut. Daha çocuğunun ölümünün ilk haftası dolmadan baba Fritz diğerlerine müsabakalara hazırlanmaya devam etmelerini salık vererek kafayı güreşle bozduğunu izleyiciye tam anlamıyla gösteriyor. Dolayısıyla ortada bir baba-oğul çatışması mevcut (hatta müzikle ilgilenmek isteyen Mike’la bu kararını desteklemeyen annesiyle arasında da çatışma mevcut) ama Durkin bu çatışmaları harlayamıyor, daha iyi bir ifadeyle köpürtemiyor, işleyemiyor (ebeveynleri destekleyemediği için çok sevdiği müziği bırakıp ‘aile mesleği’ güreşe yönelen Mike omzu çıktıktan sonra komaya girer, komadan çıktıktan sonraysa baba zoruyla güreşi sürdürür ama dayanamayıp intihar eder – bu çatışma hiç iyi işlenemiyor). Film boyunca çocuklar fazlasıyla edilgen kalıp babaları ne derlerse yapıyorlar, babasına karşı çıkabilecek tek kişi olan Kevin bile finale dek babasıyla yüzleşmiyor, yüzleşmeye yeltenmiyor. Durkin despot baba-çilekeş çocuklar çatışmasını iyi işleyemediğinden filmi güreş müsabakalarıyla dolduruyor ama Amerika’da çok sevilip yıllardır düzenleniyor olsa da neticede alabildiğine sahte bir spor olan güreş açıkçası pek heyecanlandıramıyor bu sebepten.  

Sıkıcı güreş sekansları, kötü karakterizasyon, iyi işlenememiş çatışmalar, Kevin haricinde öne çıkabilen karakterin olmaması ve pek kötü işlenen kardeş sevgisinden sonra ikinci saatte lanete ve trajedilere odaklanmaya çalışmış Durkin ama hiçbir trajediyi hikâyeleştirememiş, dramatikleştirememiş. Kötü senaryoyu kötü yönetmenlik ve kurgu takip ediyor. Hal böyleyken ardı ardına gerçekleşen trajedilerin izleyici üstünde pek etkisi olmuyor. Belki tek etki onca kardeşin ölümüne şaşırma ama ona da kötü kurgu – senaryo sebebiyle alışıp filmin bitmesi bekleniyor. 

Bitişse sadece 2020’lerin değil, 2000’lerin en kötü bitişlerinden. Onca trajediden, dramatikleştirilememiş dramatik sahneden sonra izleyiciyi ‘rahatlama’, huzura erdirme amacıyla Kerry’nin cennette (evet, cennette) David, Mike ve Jack Jr’la buluşmasına yer veriyor. “Öldüler ama en azından cennetteler, bir aradalar” diyerek izleyiciyi mutlu etmeye çalışıyor Durkin. Bunu hayatta kalabilen tek üyenin, Kevin’ın iki çocuğuyla mutlu anları takip ediyor ve film bitiyor. Son 30 yılın en kötü finallerinden olup çıkmış.  

Özetle The Iron Claw hiçbir açıdan iyi bir filme evrilememiş, uzun süresini kötü sahnelerle harcamış bir biyografik film / drama. 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER