İnsan, gündelik telaşlarının arasında kendine tutunacak bir dal, peşinden koşulacak bir haz arayan çok boyutlu çok yolculuklu bir varlık.
Bu gündelik telaşlara kapımızı kapatıp; yeni yollar bulmak birazcık nefes almak istediğimizde bir kitap bir film ya da bir dizi bizlere adeta pusula oluyor. Özellikle içimizde tuttuğumuz, herkesten kendimizden bile saklamak zorunda kaldığımız, sözlerimizin hükümsüz kılındığı bazı duyguları, hazları keşfedebilme yolculuğunda...
Yayınlandığı ilk günden beri büyük tartışmalara konu olan ve erotik kurguya farklı bir yorum getiren 365 Gün filmi gündemimize; “Stockholm Sendromundan Bir Aşk Doğabilir mi? Erotizm Zevk mi Yoksa Sadistlik mi? Bir Kadın Cinsellikte Bu Kadar Özgür Olmalı mı?” gibi yepyeni soruları ve konuları taşıdı. Ve birçok izleyicinin zihninde şu yargıyı uyandırdı: “Kadınların Gözlerine ve Zevklerine Hitap Eden Bir Film, Her Şartta Her Durumda Muhakkak İzlenir!”
Ben, 365 Gün filminin; kadınların ötekileştirildiği ve sessiz bırakılmaya zorlandığı alanlardan biri olduğuna inandığım erotizm ve cinsellik alanlarında kadına söz hakkı veren ve bu alanlarda kadın hakimiyetini esas alan bir noktada durduğunu düşünüyor ve savunuyorum. Bu yüzden serinin devam filmini büyük bir umutla bekledim ve büyük bir heyecanla izledim lakin izlediğim şeyden sonra umudum ve heyecanım kocaman bir hayal kırıklığına dönüştü. Bu kadar uzun bir bekleyişten ve ilk filmle sağlanan büyük yankılardan sonra izleyiciye böyle vasat böyle heyecansız bir devamlılık sunulmamalıydı.
İlk filmde; güçlü, doğru hamleler yapan, iş dünyasında fırtınalar gibi esen, karizması ve zekasıyla tüm kadınları kendine hayran bırakan ama sadece kendi aşkının ve sevdiği kadının peşinden koşan bir erkek imajı çizen Don Massimo Torricelli, ilk filmdeki bu izleyen herkesi kendine çeken havasını, büyüleyiciliğini neredeyse tamamen kaybetmiş. Sadece aşka ve tutkulara hizmet eden Massimo; aşkını, sevdiği kadını, tutkularını bir tarafa bırakıp karanlık işlere, mafyalar arasında süren mutlak egemenlik kavgalarına hizmet eden bir adama dönüşmüş. İlk filmdeki karşısındaki kadını sözleriyle etkileme, manipüle edebilme çekiciliği yerini; kaba söylemlere, aşağılamalara, bırakmış...
Gelelim ilk filmin çıkış noktasını ve tüm hikâyesini elinde tutan karakter Laura’ya. Laura ise ilk filmde; başarılı bir kariyer hayatına, gerçekten sevildiğini düşündüğü ama kendini sürekli bunu sorgularken bulduğu bir ilişkiye sahip, her gün yeniden yaşamak zorunda olduğu kısır döngüde sıkışıp kalmış bir kadın olarak karşımıza çıktı. “Bir kadın kendisi için çok daha fazlasını isteyemez mi?” diye kendi içinde sorgulamalar yapıp dururken Massimo’nun aşkının büyüsüne kapılan Laura, bu aşk sayesinde kendi benliğiyle adeta yeniden tanışır. İlk filmin çok izlenmesinde ve tartışılmasında Laura’nın durduğu yerin, temsil ettiği noktaların büyük etkisi var. Laura, filmi izleyen birçok kadına” Daha fazlasını istemekte ve arzulamakta özgür olduklarını, tutkuların bir esaret değil aslında büyük bir cesaret olduğunu gösteren” bir karakter olmayı başardı. Keşke serinin diğer filminde de bu başarı sürdürülebilseydi... Laura, bu yeni hikâyede tüm ışıltısını, güçlü yanlarını ilk filmde bırakmış; Bugün filminde ne hissettiğini tam olarak bilemeyen, aşkına sahip çıkmayan, ufacık bir sevgi kırıntısının peşinde tüm acizliğiyle koşan, memnuniyetsiz bir kadına dönüşmüş. Hikâye ilerledikçe ve olaylar aktıkça karakterler de tabi ki değişimler gözlenir ama Laura’daki değişim değil. Bu özenle kurgulanmış bir karakteri özenle ilerlediği yoldan bütünüyle saptırmak...
Bu iki ana karakterdeki dehşet vericilikten sonra, filmde zihinlerimize ve yüreğimize su serpen isim Nacho oluyor. Massimo’nun ve ailesinin düşmanlarından biri olan Nacho, Laura’ya âşık olunca aşkı ve görevleri arasında bir tercih yapmak zorunda kalıyor. Asla akmayan, Massimo ve Laura arasında durağan bir şekilde dönüp duran bu aşk hikayesinde, hikâyeye hareket ve anlam katan tek karakter olan Nacho, baskın taraflarıyla iki ana karakteri ezip geçmeyi başaran bir yan karakter olma özelliği göstermeyi başarıyor.
Umarım karakterlerdeki büyük hezimeti senaryoda yaşamayız derken senaryo cephesinden de bir darbe yiyoruz. Film için sanki bir senaryo yazılmamış. Bir iki cümleyle her şey geçiştirilmeye çalışılmış. Filmde sadece birbirine anlamsız sözler söyleyen, bağıran, kavgalar eden Laura ve Massimo’yu izliyoruz. İlk filmdeki olaylar silsilesi ikinci filmde yerini sürekli alışverişe gidip, kocasına dırdır yapan bir kadına ve oturduğu yerden toplantılar düzenleyip, etrafına tehditler savuran bir adama bırakmış. Her diyaloğun arasına sıkıştırılmış seks sahneleriyle, izleyiciyi filme çekilmeye çalışılmış ama bu da çekici değil aksine izleyici için itici bir durum oluşturmuş. Çünkü kopuk bir zinciri ne kadar uğraşsak da bazen asla olduramayız.
İzlediğimiz her yapımda sahnenin ve anlatılan hikâyenin etkisini arttıran müzikler Bugün filminde; uğraşsız, emek verilmemiş, derinliksiz bir üslupla yazılmış senaryonun kurtarıcılığını üstlenmiş. İzleyicinin de bu sığ anlatımla boğulup tıkandığı anlarında adeta can simidi olmuş.
Bunca olmamışlığa rağmen serinin başrol oyuncusu Michele Monreo, popülerliğini ve beğenilirliğini sürdürmeye, yeni reklam anlaşmalarıyla ve yapımlarla ekranlarımızda olmaya devam ediyor. Bu da bize gösteriyor ki: “Olmayan bir oyunculuk, güzel bir vücut ve kusursuz bir yakışıklılıkla bertaraf edilebilir...”
Senaryosuyla, karakterleriyle, eksikleriyle 365 Gün serisi eminim ki insanları yine kendisi hakkında konuşturmaya, düşündürmeye devam edecek. Çünkü bu serinin eleştirilecek çok tarafı olsa da izleyenlere anlatmaya ve hissettirmeye cüret ettiği duygular oldukça önemli!
Seri yeni filmleriyle ekranda olmaya devam edecek ve ben de onları anlatmak için yine burada olacağım. Filmi izledikten sonra yazımı okumanızı önerir ve herkese şimdiden iyi seyirler dilerim.