Uzunca bir aradan sonra yeniden merhaba…
Buraya hep gelmek; çok sevdiğim hikâyelere, kalbimi titreten sahnelere dair uzun uzun yazmak istiyorum ama biraz telaş, biraz da tembellik çoğu zaman elimi kolumu bağlıyor.
Gönül Dağı’nı yazmak ilk bölümden beri aklımda fakat yazmaya niyetlenip oturduğum gün maalesef canım anneannemin ölüm haberini aldım. Sonra işte kısmet bugüne imiş…
Nereden başlasam, nasıl anlatsam bilmiyorum. İyi ve vefakâr bir seyirci olduğumu düşünürüm. Sevince abartırım, bunu bilenler bilir, en çok da Vicdan dizisinden hatırlanır. Umalım ki Gönül Dağı, Vicdan’da olduğu gibi kendimi yerlere atmamı gerektirecek kadar kısa ömürlü değil, ferah feza yolların yolcusu olsun. Reytingi bol, seyredeni vefakâr olsun.
Bu mecralarda alnıma yapıştırarak gezdiğim bir başka bilgi de memleketimdir. Yine bilen bilir, bilmeyen için; Yozgat.
38 yaşındayım, hayatımın uzunca bir dönemi memleketimde geçti. Şimdi şartlar sebebiyle bir miktar uzakta olsam da, şehrine sırt çevirmiş ya da ona uzaktan el sallayan değil, övünerek söylemek isterim, doğup büyüdüğü topraklara sadakatle, muhabbetle bağlı biriyim. Memleket yalnız nüfus cüzdanımın “Kayıtlı olduğu il/ilçe” bölümünü doldurmaktan ibaret değil; bugünkü ben oluşumda emeği, hafızamda derin izleri olan bir yurt, ocak, yuvadır. Doğunca suyunda yıkandığım, öldüğümde toprağında sırlanmak istediğimdir. Hem yaramdır hem yârimdir; sitemdir, sızıdır ve hem merhemdir.
Böyle sevince, içinde “Yozgat” geçen bir gazete haberine bile kayıtsız kalamıyor insan ki burada bahsi geçen bir televizyon dizisi, kocaman bir dünya, bir derya. Hikâyenin ilham kaynağı, Yozgat’ın yüz akı edebiyatçılarından Mustafa Çiftci’nin eserleri. Mustafa Çiftci; insanın kanına karışan, saçını beyazlatan hikâyelerini Bozkırda Altmışaltı, Ah Mercimeğim, Âdem’in Kekliği ve Chopin isimli kitaplarıyla okuruyla buluşturmuştur. Kurduğu dünyalar bize dairdir, bizdendir.
Bu dünyalardan esinle bir dizi yapılacağını ilk duyduğumda sevincimi kiminle paylaşacağımı bilemedim. Neyse ki zaman hızlı aktı, yaz bitti ve bu pandemi günlerinde geldi kuruldu gönül tahtımıza Gönül Dağı. Dizinin isminin bir Neşet Ertaş türküsü olması bazı sevgili Kırşehirli hemşehrilerimizi bir miktar kızdırıp “Neşet Ertaş Yozgatlı değil, Kırşehirli” tartışmasına yol açsa da neyse ki bu, uzun sürmedi. Zaten Neşet Ertaş Kırşehir’di evet, ama bir o kadar Yozgat’tı ve Kırıkkale’ydi. Yozgat’ın Yerköy’ü ile Kırşehir’in Çiçekdağı’nı birbirinden ayıran o incecik sınırı kaldırıp gönülleri ve şehirleri bir eden Neşet Ertaş’tı.
Şimdi gelelim Gönül Dağı’na. Biraz açık konuşacağım, lütfen kimse alınmasın. Gönül Dağı, Türk televizyonculuğunda İç Anadolu’ya kendini anlatması adına verilen ilk fırsattır bence. Dolayısıyla henüz ön sözdür. Karadeniz, Ege, Güneydoğu işlerine mahkûm edilmiş Türk seyircisine yeni bir pencere açmaktır. Haberiniz olsun, o pencerede sizi bekleyen muazzam bir dünya var. O pencereyi açtığınızda, aslında hep her yerde olan ama spot ışıklar altında kendini ifade edecek cesareti ve fırsatı bulamamış Anadolu çocuklarının hikâyesini bulacaksınız. “Oha falan oldum yani” ifadesini bin yıl hafızasından çıkarmayan seyirci kişisi, belki de bir zaman sonra kuzenleriyle ilişkisini “amca oğlu, emmi oğlu, dayı oğlu” olarak güncelleyecek. İzleyip göreceğiz. Ümit ettiğim budur. Bizden bir iz kalsın’dır. Bir başka ümidim, dizinin Yozgat’ta çekilmesine dairdir. Muhakkak ki çok harcama yapılmış, emek harcanmıştır ama Yozgat kültürüne çokça aşinalıkları olmadığını düşündüğüm oyuncular için zaman zaman halkla kaynaşmanın diziye müspet bir tesiri olabilir. Yozgat halkının ve dünyadaki bütün Yozgatlıların (kalabalığız) diziye aidiyet duygusu kuvvetlenir. Birbirini tamamlayan bir hâl olur. Böyle sanki seven sevdiğiyle kavuşmamış gibi... Yine de siz bilirsiniz tabii..
Gönül Dağı’nda bolca sevda, ayrılık ve gündelik telaş seyrediyoruz. Samimiyete, muhabbete, vefaya, düğüne cenazeye şahitlik ediyoruz. Hepsi bizden, hepsi bize dair.. Bozkırda Altmışaltı’da en sevdiğim hikâyeler, Elif Tina Tolga, Handan Yeşili ve Ensesi Sararmış Adamlar’dı. Diziyle beraber mutlaka bu kitabı hatta Ah Mercimeğim’i ve Adem’in Kekliği ve Chopin’i de okumanızı tavsiye ederim. Her birini de çok kısa zamanda okuyacağınıza eminim. Çünkü Mustafa Çiftci hikâyeleri su gibi akar, yolunu bulur ve size de buldurur. O akıcılığı ve duruluğu Gönül Dağı’nda da hissediyorsunuz. Gürültü ve kalabalıktan sıkılıp kaçacak bir yer aradığınız zamanlar olmuştur; öyle anlarda sizi bir tenhaya çağırıp elinize çay tutuşturan, soru sormayan, sizi yormayan biri vardır. İşte, Gönül Dağı, kalabalıklar ve birbirine girmiş sesler içinde size huzuru vaat eden o kişi gibi. Sadeliğe, içtenliğe, hakikate çağırıyor; yormuyor, bunaltmıyor, yüreğinizi ağzınıza getirmiyor. Bilâkis, dökülün de rahatlayın dercesine zihninizdeki eski albümleri çıkartıp hasretini çektiğiniz günlere götürüyor sizi. Töresi, yöresi, türküsü ile tastamam bir zamanda yolculuk gemisi. Binip de gitmek için can atıyorsunuz.
Esas oğlumuz Taner’in (Berk Atan), çocukluk aşkı Dilek’i (Gülsim Ali) unutamaması ve kendine ondan başka bir dünya kuramaması üzerine inşa edilmiş bir sevda masalı Gönül Dağı. Bozkır için şaşırtıcı bir durum değil zira üstadımız Neşet Ertaş, bir türküsünde “senden ayrı ben bir mekân kurmadım” diyerek bize “evvelim sen oldun, ahirim sensin” demeyi öğretiyor. Türkü diye kulağımıza çalınan, tıpkı Mustafa Çiftci’nin hikâyeleri gibi kanımıza karışıyor, genetik kodlarımıza işleniyor. Dolayısıyla yârden ayrı bir mekân kurulmuyor. Hikâyemize dair bir sual eden olursa da cevabı yine Neşet Ertaş peşinen veriyor:
“Cahildim dünyanın rengine kandım..”
Hülâsa Taner’in Dilek’i unutamaması ve bütün ömrünü Dilek’e göklerde yoldaş olmak hayalinin peşinde harcaması oldukça makul, yeterince sıcak. Dizide seyretmekten en keyif aldığım karakterlere gelince; Sefer, Veysel ve Ramazan! Oyuncularda yer yer şive sıkıntısına rastlansa da Sefer, Veysel ve Ramazan karakterlerinde bu problem hiç hissedilmiyor. Ferdi Sancar, Semih Ertürk ve Cihat Süvarioğlu muhteşem iş çıkarıyorlar. Dilek ve Taner’e yoğunlaşıp geri kalanı koyvermiş bir dünya kurmadığı için senariste teşekkür ederim. Zira hissediyorum gümbür gümbür bir Sefer – Zahide aşkı geliyor. Vuslata ermiş bir çiftimiz var mesela; Veysel ve eşi ama o da “nasılsa kavuşmuşlar” diye es geçilmemiş ve duygusu çok yüksek bir hikâye. Hani seven sevdiğini alsa nasıl olurmuş diye merak eden varsa, cevabı oradaymış gibi. Gelelim uğruna olanca şefkatimizi tükettiğimiz Ramazan’a.. Ramazan hikâyesini kim çalışıyorsa tebrik ederim. Muazzam derinlikli. Bizim oraların tabiriyle azcık “sanısız” bir arkadaşımız ama olsun, onu öyle seviyoruz. Asuman Ramazan’ı hangi sebepten sevmiyorsa biz Ramazan’ı o sebepten seviyoruz. Ah Ramazan.. Sen sanıyorsun ki “Zaman avutur gönlümü/Sevmesem de alışırım” diye şarkılar dinleyince geçecek. Geçmeyecek. Çünkü o iş öyle olmuyor. Bir şeylerden vazgeçme eşiğinde yârene tuz diye kendini avutmalı şarkılar basıp kâh “Alışırım” kâh “Gidiyorum” diyorsun. Ama günün sonunda “Ne yaptımsa seni unutamadım” diye diye bir Müslüm Gürses şarkısına tutunup başladığın yere dönüyorsun. Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak ve bir zaman bakıyorsun semaya ağlayarak…
Hikâyenin bana en huzurlu ve emniyette hissettiren karakterlerinden biri Ciritçi Abdullah (Yavuz Sepetçi). Sanki o var diye Taner’e hiçbir şey olmazmış gibi geliyor. Ailemdeki pek çok büyüğü art arda yitirdiğimden beri aile büyüğü zaafım oluştu sanırım. Ciritçi Abdullah karakterinin çok çok daha açılası var. Çünkü potansiyeli var. Bereketli bir karakter… Nusret Baba, Ömer Baba, Kuşçu gibi unutulmaz olup hafızamızda izler bırakabilir.
Havalar soğudu ve biz de diziye iyice ısındıysak bir Arabaşı içeriz bence. Yozgat Sürmelisi de duysak ne güzel olur mesela. Ya da Aynalı Körük ya da Yeşil Ayna Takındın mı Beline… Ayrıca Neşet Ertaş türkü çeşitliliği artabilir, daha çok yöresel deyim/kelime kullanılabilir, şive için biraz daha hassasiyet gösterilebilir, gibi birtakım küçük detayları da minicik bir not olarak iletmek isterim. Daha iyi olsun, daha güzel olsun diye… Mesela şivede bir Ege’ye kaçan “k/g” problemi var. Bizim orada k’nin g’ye dönüşme hikâyesi biraz sancılı… Gırtlağı az daha yormayı gerektiriyor. Bunun için kimseyi suçlayamayız, tv’lerde daha önce bir örneği olmamış olabilir. Zamanla iyileşeceğine şüphem yok, olmasa da kabulümüz. Çünkü içinde “Nörüyon” geçen bir diziye kayıtsız şartsız varız. İlk gün de söylemiştim, sade durup baksanız gene izlerim. Sevince abartırım. Abarttıkça da böyle upuzun konuşurum.
Yıllar önce kıymetlimiz bir yazar demişti ki;
“Biz kavruk bozkırın çocukları; türkü dinler, yâr sever ve bu topraklar için ölürüz. Bin yıllık hikâyemizin hülasası budur.”
Bin yıllık hikâyemizin hülasası bu dizidedir efendim.
Memleketim diye söylemiyorum; seyrettiğimiz içtenliğin, vefanın, kadirşinaslığın, misafirperverliğin, insanlığın fazlası vardır eksiği yoktur topraklarımızda.
Bahçe biziz, gül bizdedir.
Yolunuz düşerse gidiniz; Çamlık’ta mis gibi havaya, buz gibi suya doyunuz. Tandırından yiyiniz, denk gelirse Arabaşı çorbası içiniz, Nisan-Mayıs’ta giderseniz bozkırın boynunda bir yakut gibi duran Cehrilik Lalesi’yle tanışınız. Yerköy ve Çiçekdağı sınırına da mutlaka uğrayıp insanlar karşı komşusunu ararken niçin kod numarası çeviriyor, yerinde görünüz.
Kalpten kalbe giden yollarda, eski bir türküde şarkıda, Gönül Dağı’nda buluşmak üzere.
İlham olanların, kaleme alanların, çekenin, oynayanın, varını yoğunu ortaya koyanların gönlüne bereket…