Kibir ve inat, bir kişinin kendini önce mükemmel görmesini sonra
da sonunu oluşturur. Vartoli ağabeyimizin de seveceğine inandığım ünlü Rus
yazar Tolstoy’un bir lafıdır bu. Kendisinin filozoflara olan merakını iyi
biliriz. İnsanın içinde bir noktada kibir denilen tohum yeşerirse o zaman büyük bir iç savaş başlar. İnsanlığı
ağır basamayan kişi, bu savaşta içinde kök salan tohuma yenik düşerse eğer önce
köklerin ağırlığıyla taşlaşmaya başlayan benliğine hapsolur. Aklını ve beynini
ele geçirir bu kibirin kökleri. Sonra da kalbini. İnsan benliği alışık değil
tabi, önce bir sendeler n’oluyor falan diye sorar. Ardından bir mükemmeliyetçilik
başlar. Son evrede zaten kendini her şeyden üstün görme olur. Küçük dağları ben
yarattım misali… ‘Daha çok ben! Daha çok ben!’ diye bağırırken içinde yeşeren
kibir tohumlarının zehrini atmaya başlayınca beden, kaçınılmaz sona yaklaşılır.
Kaçınılmaz son da ne mi olur? Çukur’un dibine doğru tek yön bilet sahibi olmaya
hak kazanılır.
Beyefendi ve karşısında kulaklıkları takılı hazır halde
bıraktığımız Yamaç Bey’imiz arasındaki savaş Aliço’muzun yaptığı atış ile resmi
olarak başladı bu bölüm. Duyduk müziğin sesini -Heyecanı meyecanı yok diyen
çarpılır!- biz de kapıldık ateş altında kalan limanın heyecanına. Tabii gaza
gelip eğlenceyi abartan Yamaç’ın elinden kaçacağını biliyorduk Baykal Bey’in.
Ama kaçarken bile oğlunu ateşe atması benim içimi sızlattı, Nazım ne yapsın?
Ciddili olarak hikayedeki en üzüldüğüm karakterlerden biri oldu Nazım artık benim
için. Tabii bir yandan da seviniyorum çünkü bu durum onu babasının işini
bitirecek kişi olma yolundaki en büyük silah yapacak zamanla, inanıyorum. Hele
Selim’le birlik olduklarında ise tadından yenmeyecektir.
O kadar sürükleyici bir koşuşturmayla bölümü açmıştık ki ‘şak!’
diye Salih ve İdris’e geri dönünce ilginç bir şekilde onların orada kilitli
kaldıklarını unuttuğumu fark ettim. Sanki bütün bir hafta ‘Neler konuşulacak o
kilitli hücre içinde?’ diye kendi kendimi yememişim gibi. Bu bölümde öyle bir
kurgu izledik ki hayran kaldığımı belirtmem gerek. Yamaç şimdi Beyefendi için
ne yapacak diye izlerken bir anda Salih’e dönüp ona kapılıp devamında ne hikâye
anlatacak diye kilitlenmişken pat diye Yamaç’a geri döne dura sahneler arasında
olan her geçişi izlerken beynimi erittim. Pinpon maçı gibi bölümdü resmen.
Hangi sahneyi bitirirsek o bıraktığımız sahnenin tadını alamadığım için manyağa
döndüm. Son zamanlarda her haftanın ardından ‘Oo çok iyi bölümdü, en iyi
bölümdü.’ diyormuşum gibi hissediyorum ama bu bölümün hakkı da gerçekten
yenmemeli. Her sahnesi dolu dolu olan böyle bir bölüm daha olmamıştı.
Geçen bölüm de durduğu yerden ne kadar güldürdüyse bu hafta da
tam anlamıyla durduğu tek bir noktadan bölüm boyunca içimizi eritti, kül etti,
bitirdi Salih. Önce ‘Sen bize ne yaptın Salih?’ diye soran babasını suçlu küçük
bir çocuk gibi dinledi. Daha önce belki de binlerce kez babasıyla yüz yüze
gelme hayali kuran ama gerçekleşmeyeceğine inanan çocuğun hayalinin gerçek
olduğu an ne yapacağını bilemediği çaresizlikle kelimeler çıkamadı ağzından.
Sonra ‘Ben sana ne yaptım?’ sorusu getirdi Salih’i kendine. Gözlerinde beliren
o öfke değişimi, o efsane ruh hali geçişleri…
‘Beni sen Vartolu Sadettin yaptın, sen!’ Ah be Salih, sen Vartolu
Sadettin olmaya mecbur bırakıldın. Babanın senden haberi olmadığını bilseydin
neler olurdu diye düşünme vakti artık…
Salih’in bugüne kadar ne kadar çok öldüğü daha iyi nasıl
anlatılırdı? Bilemiyorum. Anlatırken tüm hücreleriyle yaşayan Erkan Kolçak
Köstendil’in efsane performansı, flashback ile izlediğimiz küçük Salih ve
destekçisi Vartolu Sadettin sahneleri… Bir sahne nasıl hüzün kokabilir? 8
yaşındaki çocuğun yalnızlığı insanın içine nasıl bu kadar işleyebilir? Her
anısında babasını bekleyen ve asla gelmeyen adamın hayaliyle büyümüş bir çocuk
normal kalabilse mucize olurdu asıl.
Hayvanların insanlardan daha insaflı olduğu zaten şüphesiz. Bunun
üzerine Salih’in mağaradaki köpekle yaşadığı anısı içimde git gide titreşen o
ipi iyice germişti. Üzerine ‘Anlatayım mı daha?’ diye sormasına bile gerek
yoktu zaten ‘anlat!’ diye çoktan bağırıyorduk bile içimizden. O an iki buçuk
saatlik fahiş dizi saatlerine rağmen o hücrede başından sonuna kadar Salih’in
hikayesini dinleyip sıkılmayacağımı fark ettim.
13 yaşının anılarına geldiğimizde yaşadıkları git gide
zorlaşıyordu Salih’in. Abdullah Baba’nın yanında köpek gibi davranılan küçük
bir oğlan. Öldürmeyen acı güçlendirir durumu bu olsa gerek. Mayınlı anısının
ardından yine ölüp yine dirilen Salih’in hikayesi ise onun içinde bizim içinde
son noktaydı. Onun için Salih’in ölüşü, Vartolu Sadettin’in doğuşu olmuştu. İlk
intikam alışı ve o günden sonra eskisi gibi olamaması… Bizim içinse içimizdeki
titreşen ipin tamamen gerginleşmesinin ardından donup kalması. Benim içimdeki ip kopamadı bile Salih
için.
Babalar ve oğulları. Aslında bütün mesele bu. İlk olarak
babalığını ilk kez yüzleştiği oğlu Salih’e anlatırken bile Cumali ve hatta
Akın’ı unutmama detayı çok iyi olmuştu İdris’in. Yine de kişinin kendisinin
farkında olmaması da kötü bir durum işte. Çukur’un hikayesinde hiçbir baba
mükemmel değil. Hatta pek başarılı bile değil. Selim’e iyi babalık yaptığını
düşünmesi bile yeter İdris’in hatalarını göremediğini anlamak için. Diğer
tarafta ise Baykal Bey var. Kibirine gömülesice! Oğlunu çatışmanın ortasında bırakan
hatta oğluna ‘oğlum’ bile demeyen…
Babaları tarafından sevilmemiş ya da sevdiği hissettirilmemiş üç
adam var elimizde: Nazım, Selim ve Salih. Tesadüfe bakın ki üçü de Çukur’u
bitirmek için bir adamın etrafında toplanmıştı. Üçü de o adamdan nefret ediyor.
Bir de tüm bunlardan ayrı bir Yamaç unsuru var ki o deliliğiyle bu üçüne de
eşit gelebilecek güç de zaten. Baykal’ın fazla yaşaması doğanın kanunlarına
aykırı olur bu sebeple. Fakat bir diğer doğanın kanunu ise kötülere bir şey
olmayacağını söyler. Tüm totemlerimizle iki bölüm içinde kellesi gitsin diye
çırpınsak da Emrah Amir’imizin öz babası olduğu yetmezmiş gibi Emrah’ın
evlatlık edinildiğini sandığı annesinin de öz annesi olması işlerin daha çok
uzayacağının sinyalini veriyor gibiydi. Bu duruma şaşırdığımı da söylemeyeceğim
çünkü bir annenin öz kızından çok üvey oğlunu sevmesinin mantıklı bir
açıklaması olmalıydı elbette.
Eve hapsolmuş Beyefendi için adımlar atan Yamaç’ın aldığı cevap
gerçekten fazla ağır oldu. Kibirinde boğulasıca Baykal! Hale’ye oldu olan. Kız
neydi, ne değildi? Öğrenemeden gitti. Yamaç’ın bu yükü nasıl kaldırıp
kaldıramayacağından çok Aliço’nun hali beni bitirdi aslında. Bölüm boyunca
Salih ve yaşadıklarına karşı bahsettiğim içimde oluşup gerilen o ip, Hale’nin
ölümünün ardından dağılan Aliço ile koptu çok şükür. Bölümün bir diğer efsane
yıldızı da Rıza Kocaoğlu’ydu haliyle. Hangi kafalarda çekiliyor bu sahneler, bu
nasıl oynamak? Neler yaşatıyorsunuz siz bizlere böyle?
Burada 20. bölümü bitirmişiz, İdris Baba’ya bir hafta acıyorum,
üzülüyorum bir hafta kızıyorum. Hala bir yere koyamadım kendisini kafamda. Bu
saatten sonra da koymamaya karar verdim zaten. Akışına bırakıyorum Sadettin
reis gibi. Tabii birkaç kelam etmeden bırakmam. Sen oğluna yeni kavuşmuş,
acılarını, başından geçenleri dinlemiş bir babasın ya hu! Ne demek git
bayramlarda gelirsin de ‘belki’ başını okşarım! Çocuk zaten babasının
kendisinden haberi olmadığını öğrenince yaptıkları şeyler için yıkılmış,
dünyası çökmüş. İntikam hırsı kalmamış içinde, belki de artık tek istediği baba
şefkati. Ya sen ölürsün, ya ben ne demek İdris Baba? Bu kadar lafı saydıktan
sonra ‘Çukur’un babası olurum diyorsan, buyur hodri meydan!’ dersen tabii gaza
gelir bizim Vartolu ağamız. Kafesinden çıkan kralın, öncelikle annesinin
mezarını görüp babasının oğlunu anması çok tatlıydı. Kendi mezarına olan
tepkisi de ayrı komikti. Ardından en merak ettiğim sahne geldi: Medet’ine
kavuşması! Artık adının konması gereken bir ilişki olma yolunda gerçekten.
İkiliyi shiplememek için nasıl zor duruyorum anlatamam! Son olarak jilet
gibi tarzına kavuşup, bütün Çukur’a kendini ilan edip, ‘Ben burdayım!’ diyerek
Çukur’un babası olmak için adım atan bir Salih gördük. -İşte o an aklımda
meşhur cümlesi yankılandı: ‘Bırak Çukur’u Çukur’un adamı yönetsin!’- Bunu da
aklına koyduğu şekilde, babasına dediği gibi yapacak: Şeytanı öldürerek.
Eskiden beraber çalıştığı şeytanı. Sadettin olarak mı kalır? Salih olarak mı
devam eder? Bilemem. Benim için pek fark etmez. Ancak Çukur’un babası olmak
için giriştiyse ben şimdiden onu kabul ederim hatta 'Çukur evimiz, Salih
babamız!’ bile derim. Çukur’un da önünde sonunda diyeceğine inanıyorum. O zaman
da geriye Beyefendi’yi kim öldürecek bunun iddialarına girmek kalır bizim için.
Valla sıra uzun, bol adaylı… Yarışmacılara başarılar!
Haftaya görüşmek üzere…