Tanımayanlar için hemen anlatayım, P.T. Barnum reklamın ve itibarın önemini sattığı hayallerle,
kandırmacalarla kanıtlayan, bununla da kalmayıp günümüzün sirklerini yaratan
bir şovmen, aynı zamanda da bir işadamı. Hayvanların gösteri uğruna eziyet çektiği,
“farklı” olanların farklılıkları yüzünden aşağılandığı sirkin mucidi.
İlk bakışta P.T. Barnum’un hayatını konu alan bir biyografi
gibi görünen The Greatest Showman /
Muhteşem Şovmen esasen onun renkli hayatından esinlenen fantastik denebilecek
türde bir müzikal yalnızca. P.T. Barnum’a Hugh
Jackman’ın hayat verdiği film insanların hayal edebildiğinden çok daha
fazlasını hayal eden, bununla da yetinmeyip hayallerinin peşinden sonuna kadar
giden ve asla büyümeyen bir çocuğu anlatıyor, günün birinde adını herkesin
anacağı bir çocuğu.
P.T. Barnum, zenginlere kıyafetler diken bir terzinin oğlu
gibi görünse de aslında çizilmiş sınırları aşıp, duvarları yıkıp kendine
sunulan hayatı elinin tersiyle iten ve istediği, hayal ettiği hayatı sımsıkı
kavrayıp gerçek kılmaya hazır bir hayalperest, bir maceracı. Kendine vaat
edileni değil, rüyalarında gördüğünü elde etmek için neyi var neyi yoksa riske
atmaya hazır idol hatta. Ancak Barnum aslında gözünü hırs bürümüş,
düşünmeksizin karşısına çıkan herkesi, her şeyi ezmeye hazır hırsıyla yanıp
tutuşan bir fırtına hatta. Ancak her fırtına, her felaket gibi yalnız karşısına
değil etrafında olan herkesi, her şeyi, hatta kendini bile ezip geçen bir
savaşçı P.T. Barnum. Çıktığı yola neden çıktığını unutmuş, kendini daha fazlasına,
daha iyisine kaptırmış en tehlikeli hayvan, yani bir insan.
Bir biyografi olmasına karşın The Greatest Showman’i bir biyografi olarak değerlendirmek filme ve
bunca emeğe büyük bir haksızlık olur. Zira P.T. Barnum’u kahramanlaştırarak,
mutluluk ve neşe satmak için yaptığı yanlışları iyiye giden her yol mubahtır felsefesini savunarak anlatıyor film.
Halbuki birçok yönüyle anti-kahraman denebilecek, hatta belli açılardan
günümüzde “kötü” olarak nitelendirilebilecek bir insan P.T. Barnum’un kendisi.
Bir karakter kurgulamaktansa günümüze doğrudan etki eden ve küçük bir kesime
fırsat kapısı aralarken büyük bir kesimin de eleştiri oklarına maruz kalmış sistemin
önemli çarklarından birini kahramanlaştırması filmin bir eksiliği olmaktan da
öte kimi detayları tüm çıplaklığıyla ele almamasıyla da aslında oldukça taraflı
bir perspektiften yaklaşıyor. Bu açıdan yaklaşıldığında tüm olumlu yanlarını
görmezden gelmek durumda kaldığımdan ötürü de filmi P.T. Barnum’un hayatını
anlatan bir biyografi olarak değil de hayalperest bir adamın maceraları,
hayallerle dolu dünyası olarak ele almayı tercih ediyorum.
Bir hayalperestin hayatını konu alıyor olmasına karşın The Greatest Showman filmi çok daha
farklı konuları işliyor, sorun da zaten burada başlıyor. Filmde girmek istediği
toplumsal tabaka tarafından dışlanan bir adamın hikayesini izliyoruz. Bir
terzinin oğlu olan ancak babasıyla gidip gördüğü evlerdeki şaşaalı hayatlara ve
ondan da önemlisi bu hayatların özgürlüğüne hayran Barnum’un mücadelesi Charity’i
elde etmekle başlıyor. Ancak Charity’i kazanması, ona istediği statüyü
sağlamakta yeterli olmuyor. Eşine ve kızlarına onlara vaat ettiği hayatı sunmak
üzere karşısına çıkan fırsatı değerlendiren Barnum, elde ettiği büyük başarıya
karşın yine de beklediği saygıyı bir türlü bulamıyor. Ancak Kraliçe Victoria’ya
kurduğu “yetenek şovu”nu göstermeye gittiğinde büyüleyici bir ses olan Jenny
Lind’le tanıştığında kendisine üst sınıfın kapılarını aralayacak olan bileti
bulduğunu hemen anlıyor. Bir burjuva olarak aristokrasiye kendini kabul
ettirmeye çalışsa da maalesef başaramıyor, bulunduğu yere tırnaklarıyla kazıya
kazıya gelen ancak beklediği saygıyı göremeyen Barnum kibrinin etkisine kurban
gidiyor. Bugüne dek başardığı her şeyi bir çırpıda çöpe atıyor.
Bir işçinin önce bir burjuva olup ardından da aristokrasiye
kendini kabul ettirme çabasını anlatıyor olmasına karşın The Greatest Showman filmi sirk hayatı üzerinden – her ne kadar
sirk hayvanlarının çektiği eziyeti göz ardı etse de – toplumun
ötekileştirdiklerini anlatıyor. Tuhaf, garip hatta ucube olarak nitelendirilen,
farklı özellikleriyle toplumun dışına itilen bireylerin kabul edildiği, alayla
değil hayranlıkla izlendiği bir alan yaratıyor, onlara bir habitat sunuyor. Barnum
bu alanı yaratırken elbette bir taraftan da bu insanlara kendilerini gösterme
şansı sunuyor, en azından insan içine çıkabildikleri, bir arada durdukları bir
ortam yaratıyor. Ancak onların sınıfsal mücadelesiyle kendininkini bir tutma
hatasını yapıyor, zira onunki sınıfsal çıkarımsal bir mücadeleyken
sirktekilerin mücadelesi görünmeyenler olarak seslerini duyurmak, varlıklarını
kabul ettirmek, toplumun onları yok sayan filtrelerini yıkmak. Belli açılardan bugün
hala sürmekte olan iktidar tarafından tanımlanmış kadın erkek rollerine karşı
verilen, cinsiyetin biyolojik olduğu algısını değiştirme çabasına
benzetilebilir.
The Greatest Showman filminin
en büyük sorunu, küçümsenmemesi gereken meseleleri küçümsüyor görünerek gerçeklikten
fazlasıyla uzaklaşması, doğrularının yalnızca kendi fantastik dünyası içinde geçerli
sayılması. Ancak kimi zaman masallar anlatılmasını ister insan,
olumsuzluklardan tümüyle uzak, tozpembe bir dünyanın yalanlarına aldanmak. The Greatest Showman / Muhteşem Şovmen filmi de her yönüyle, müzikleri, gerek
hikayesi ve gerek diyaloglarıyla baştan sona bu masalsı havayı korumayı
başarıyor. Hayallerinin peşinden koşup duran Barnum’un tutkusu, Charity’nin
mütevaziliği, küçük kızları Caroline ve Helen’in sevimliliği, Jenny Lind’in
dışarıdan özgüven dolu görünen ancak özünde kırılgan olan karakteri, Phillip’in
bulunduğu hayattan sıkılmış duruşu, memrnuniyetsizliği ve elbette sirktekilerin
hayatlarındaki büyük değişimle her yerde kendini gösteriyor bu büyü. Setiyle,
dekoruyla, görüntü yönetmenliğiyle insanın içini neşeyle dolduran filmin en
büyük artısı ise şüphesiz müzikal yönü. Birçok açıdan Tim Burton’ın Big Fish’ini
hatırlatan, müzikal yönüyle de Joel
Schumacher imzalı The Phantom of the
Opera’yı anımsatan The Greatest
Showman aynı The Phantom of the Opera’da
olduğu gibi sesiyle tüylerimizi diken diken etmese de parçaların kendine has
büyüsü, oyunculukları ve koreografileriyle derin iz bırakmayı başarıyor.
Başroldeki Hugh
Jackman’ın alıp götürdüğü The
Greatest Showman / Muhteşem Şovmen filminde eşi Charity rolündeki Michelle Williams’ın yanı sıra Phillip
Carlyle’a hayat veren Zac Efron ve
onun “yasak aşkı” Anne Wheeler’ı canlandıran Zendaya’nın müthiş performanslarına ek olarak Jenny Lind olarak
izlediğimiz Rebecca Ferguson ve
sakallı kadın Lettie Lutz rolündeki Keala
Settle da izleyiciyi büyülemeyi başarıyor. Birçok eksiği ve gediğine rağmen
masalsı atmosferi ve özellikle de müzikal performansıyla beni derinden
etkilemeyi başaran The Greatest Showman
yalnız bu yılın görülmeye değer yapımlarından biri değil, son birkaç yılın en
güzel müzikallerinden de biri. Birçok yönden tatmin bulamadığım La La Land’dekine benzer müzikal
eksiklikleri/hataları var gibi görünse de masalsı tarafı, hayallerden kurulu
bir dünyada geçmesiyle La La Land’den
birçok noktada ayrılıyor, zira bir tarafta hayalin gerçeklikle mücadelesinden
bahsederken bir diğer tarafta tümüyle büyülü bir hikayeye dahil ediliyoruz. 2017 yılına masalsı bir veda için The Greatest Showman filmini izleyin derim, yukarıdaki meseleleri göz ardı etmeden tabii!