The Greatest Showman: 2017'ye masalsı bir veda!

The Greatest Showman: 2017'ye masalsı bir veda!
Tanımayanlar için hemen anlatayım, P.T. Barnum reklamın ve itibarın önemini sattığı hayallerle, kandırmacalarla kanıtlayan, bununla da kalmayıp günümüzün sirklerini yaratan bir şovmen, aynı zamanda da bir işadamı. Hayvanların gösteri uğruna eziyet çektiği, “farklı” olanların farklılıkları yüzünden aşağılandığı sirkin mucidi.

İlk bakışta P.T. Barnum’un hayatını konu alan bir biyografi gibi görünen The Greatest Showman / Muhteşem Şovmen esasen onun renkli hayatından esinlenen fantastik denebilecek türde bir müzikal yalnızca. P.T. Barnum’a Hugh Jackman’ın hayat verdiği film insanların hayal edebildiğinden çok daha fazlasını hayal eden, bununla da yetinmeyip hayallerinin peşinden sonuna kadar giden ve asla büyümeyen bir çocuğu anlatıyor, günün birinde adını herkesin anacağı bir çocuğu.

P.T. Barnum, zenginlere kıyafetler diken bir terzinin oğlu gibi görünse de aslında çizilmiş sınırları aşıp, duvarları yıkıp kendine sunulan hayatı elinin tersiyle iten ve istediği, hayal ettiği hayatı sımsıkı kavrayıp gerçek kılmaya hazır bir hayalperest, bir maceracı. Kendine vaat edileni değil, rüyalarında gördüğünü elde etmek için neyi var neyi yoksa riske atmaya hazır idol hatta. Ancak Barnum aslında gözünü hırs bürümüş, düşünmeksizin karşısına çıkan herkesi, her şeyi ezmeye hazır hırsıyla yanıp tutuşan bir fırtına hatta. Ancak her fırtına, her felaket gibi yalnız karşısına değil etrafında olan herkesi, her şeyi, hatta kendini bile ezip geçen bir savaşçı P.T. Barnum. Çıktığı yola neden çıktığını unutmuş, kendini daha fazlasına, daha iyisine kaptırmış en tehlikeli hayvan, yani bir insan.

Bir biyografi olmasına karşın The Greatest Showman’i bir biyografi olarak değerlendirmek filme ve bunca emeğe büyük bir haksızlık olur. Zira P.T. Barnum’u kahramanlaştırarak, mutluluk ve neşe satmak için yaptığı yanlışları iyiye giden her yol mubahtır felsefesini savunarak anlatıyor film. Halbuki birçok yönüyle anti-kahraman denebilecek, hatta belli açılardan günümüzde “kötü” olarak nitelendirilebilecek bir insan P.T. Barnum’un kendisi. Bir karakter kurgulamaktansa günümüze doğrudan etki eden ve küçük bir kesime fırsat kapısı aralarken büyük bir kesimin de eleştiri oklarına maruz kalmış sistemin önemli çarklarından birini kahramanlaştırması filmin bir eksiliği olmaktan da öte kimi detayları tüm çıplaklığıyla ele almamasıyla da aslında oldukça taraflı bir perspektiften yaklaşıyor. Bu açıdan yaklaşıldığında tüm olumlu yanlarını görmezden gelmek durumda kaldığımdan ötürü de filmi P.T. Barnum’un hayatını anlatan bir biyografi olarak değil de hayalperest bir adamın maceraları, hayallerle dolu dünyası olarak ele almayı tercih ediyorum.

Bir hayalperestin hayatını konu alıyor olmasına karşın The Greatest Showman filmi çok daha farklı konuları işliyor, sorun da zaten burada başlıyor. Filmde girmek istediği toplumsal tabaka tarafından dışlanan bir adamın hikayesini izliyoruz. Bir terzinin oğlu olan ancak babasıyla gidip gördüğü evlerdeki şaşaalı hayatlara ve ondan da önemlisi bu hayatların özgürlüğüne hayran Barnum’un mücadelesi Charity’i elde etmekle başlıyor. Ancak Charity’i kazanması, ona istediği statüyü sağlamakta yeterli olmuyor. Eşine ve kızlarına onlara vaat ettiği hayatı sunmak üzere karşısına çıkan fırsatı değerlendiren Barnum, elde ettiği büyük başarıya karşın yine de beklediği saygıyı bir türlü bulamıyor. Ancak Kraliçe Victoria’ya kurduğu “yetenek şovu”nu göstermeye gittiğinde büyüleyici bir ses olan Jenny Lind’le tanıştığında kendisine üst sınıfın kapılarını aralayacak olan bileti bulduğunu hemen anlıyor. Bir burjuva olarak aristokrasiye kendini kabul ettirmeye çalışsa da maalesef başaramıyor, bulunduğu yere tırnaklarıyla kazıya kazıya gelen ancak beklediği saygıyı göremeyen Barnum kibrinin etkisine kurban gidiyor. Bugüne dek başardığı her şeyi bir çırpıda çöpe atıyor.

Bir işçinin önce bir burjuva olup ardından da aristokrasiye kendini kabul ettirme çabasını anlatıyor olmasına karşın The Greatest Showman filmi sirk hayatı üzerinden – her ne kadar sirk hayvanlarının çektiği eziyeti göz ardı etse de – toplumun ötekileştirdiklerini anlatıyor. Tuhaf, garip hatta ucube olarak nitelendirilen, farklı özellikleriyle toplumun dışına itilen bireylerin kabul edildiği, alayla değil hayranlıkla izlendiği bir alan yaratıyor, onlara bir habitat sunuyor. Barnum bu alanı yaratırken elbette bir taraftan da bu insanlara kendilerini gösterme şansı sunuyor, en azından insan içine çıkabildikleri, bir arada durdukları bir ortam yaratıyor. Ancak onların sınıfsal mücadelesiyle kendininkini bir tutma hatasını yapıyor, zira onunki sınıfsal çıkarımsal bir mücadeleyken sirktekilerin mücadelesi görünmeyenler olarak seslerini duyurmak, varlıklarını kabul ettirmek, toplumun onları yok sayan filtrelerini yıkmak. Belli açılardan bugün hala sürmekte olan iktidar tarafından tanımlanmış kadın erkek rollerine karşı verilen, cinsiyetin biyolojik olduğu algısını değiştirme çabasına benzetilebilir.

The Greatest Showman filminin en büyük sorunu, küçümsenmemesi gereken meseleleri küçümsüyor görünerek gerçeklikten fazlasıyla uzaklaşması, doğrularının yalnızca kendi fantastik dünyası içinde geçerli sayılması. Ancak kimi zaman masallar anlatılmasını ister insan, olumsuzluklardan tümüyle uzak, tozpembe bir dünyanın yalanlarına aldanmak. The Greatest Showman / Muhteşem Şovmen  filmi de her yönüyle, müzikleri, gerek hikayesi ve gerek diyaloglarıyla baştan sona bu masalsı havayı korumayı başarıyor. Hayallerinin peşinden koşup duran Barnum’un tutkusu, Charity’nin mütevaziliği, küçük kızları Caroline ve Helen’in sevimliliği, Jenny Lind’in dışarıdan özgüven dolu görünen ancak özünde kırılgan olan karakteri, Phillip’in bulunduğu hayattan sıkılmış duruşu, memrnuniyetsizliği ve elbette sirktekilerin hayatlarındaki büyük değişimle her yerde kendini gösteriyor bu büyü. Setiyle, dekoruyla, görüntü yönetmenliğiyle insanın içini neşeyle dolduran filmin en büyük artısı ise şüphesiz müzikal yönü. Birçok açıdan Tim Burton’ın Big Fish’ini hatırlatan, müzikal yönüyle de Joel Schumacher imzalı The Phantom of the Opera’yı anımsatan The Greatest Showman aynı The Phantom of the Opera’da olduğu gibi sesiyle tüylerimizi diken diken etmese de parçaların kendine has büyüsü, oyunculukları ve koreografileriyle derin iz bırakmayı başarıyor.

Başroldeki Hugh Jackman’ın alıp götürdüğü The Greatest Showman / Muhteşem Şovmen filminde eşi Charity rolündeki Michelle Williams’ın yanı sıra Phillip Carlyle’a hayat veren Zac Efron ve onun “yasak aşkı” Anne Wheeler’ı canlandıran Zendaya’nın müthiş performanslarına ek olarak Jenny Lind olarak izlediğimiz Rebecca Ferguson ve sakallı kadın Lettie Lutz rolündeki Keala Settle da izleyiciyi büyülemeyi başarıyor. Birçok eksiği ve gediğine rağmen masalsı atmosferi ve özellikle de müzikal performansıyla beni derinden etkilemeyi başaran The Greatest Showman yalnız bu yılın görülmeye değer yapımlarından biri değil, son birkaç yılın en güzel müzikallerinden de biri. Birçok yönden tatmin bulamadığım La La Land’dekine benzer müzikal eksiklikleri/hataları var gibi görünse de masalsı tarafı, hayallerden kurulu bir dünyada geçmesiyle La La Land’den birçok noktada ayrılıyor, zira bir tarafta hayalin gerçeklikle mücadelesinden bahsederken bir diğer tarafta tümüyle büyülü bir hikayeye dahil ediliyoruz. 2017 yılına masalsı bir veda için The Greatest Showman filmini izleyin derim, yukarıdaki meseleleri göz ardı etmeden tabii!


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER