Eğer başlığı görür görmez "İstanbuul yedi tepe, tepe tepe!" diye devam ediyorsanız içinizden, siz de bendensiniz. Evet, bu bir Ulan İstanbul yazısı. Gözleriniz dolmadan, boğazınıza bir yumru oturmadan hemen önce söyleyeyim, yanınıza bir bardak su alıp okuyun. Çünkü bugün 23 Haziran, ve Ulan İstanbul'un 3. yıldönümü. Biliyorum inanmak çok zor, hepimize daha dünmüş gibi geliyor ama gerçek şu ki, "Ulan İstanbul sen mi büyük ben mi büyük!" Diyerek çıktığımız yolda, verdiğimiz tüm savaşları yenilgiyle sonlandırıp, bütün galibiyetleri İstanbul'a kaptırdığımız tam üçüncü sene.
Hani diyordu ya Attila İlhan "Eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim... Ulan yine sen kazandın İstanbul, sen kazandın ben yenildim!" Hepimiz bilirdik İstanbul'un emsalsiz gücünü, en az Attila İlhan kadar; hepimiz bilirdik ona meydan okumanın elbet bir vebali olacağını, yine de "şerefli mağlubiyetler" çekerdi bizi... Daha önce yenilmiş olmanın hafifliğini iyi bilirdik ve bir kez daha yenilmek isterdik. Daha iyi yenilmek. Kandemir abimizin ve ekibinin felsefesiydi bu... "Bazen kazanmak için kaybetmek gerekir derler, doğru galiba. Kaybederek kazanılan zafer gördün mü abi derseniz, gördüm: hayat!" Demişti Kandemir abi, o meşhur tiratlarının birinde. "Hep denedik, hep yenildik. Olsun be... Yine deneyeceğiz, daha iyi yenileceğiz." Diye devam etmişti.
23 Haziran 2014 Pazartesi günü saat 20.00 sularında başladı hikayemiz. Kandemir abimizin sesiyle yine... Düşmanla savaşabilmek için onu iyi tanıman gerekir derler ya, Ulan İstanbul da İstanbul tasviriyle başladı hikayesine. Ekranlarımızda "Kandemir" yazısı belirirken Kandemir bize en büyük düşmanını tanıttı, İstanbul'u... Gözlüğünü çıkardı, boğaza baktı ve "Burası İstanbul... Omzunu iki kıtaya yaslamış. Ne oralı, ne buralı. Ne şehir, ne ülke. Ne umut, ne çare..." Dedi. İstanbul'un bize yaşattığı çelişkilerden bahsetti; yalnız kalabalıklardan, kalabalık yalnızlıklardan... İstanbul'un bizden çaldıklarını anlattı; bazen göz göre göre, bazen haberimiz bile olmadan. Sonra da dedi ki: "Bu şehrin sizden çaldıklarını nasıl geri alabilirsiniz? Adaletle? Çalarak? Hayır... Adaletli çalarak!"
Kandemir'in Yaren, Karlos, Ferdi ve Bahadır'dan oluşan adaletin olmadığı bir dünyada adalet dağıtmaya çalışan küçük bir ekibi vardı. İşte bu ekip, adaleti son kez dağıtmak için bir araya gelecekti. O adalet ise, Kandemir'i korumak için kendini feda eden Ali Rıza Kaptan'ın hapisten çıkması için gerekli olan 1 milyonu toplamakla yerini bulacaktı! Felsefelerinde de olduğu gibi, o 1 milyonu parası fazla ve haksız yere olanlardan azar azar alacaklardı. Bazen o kadar uğraş sonucu kurdukları tezgahlardan aldıkları paraları mağdur olanlara vereceklerdi, içleri acıyacaktı o insanlara çünkü. Ama öyle ya da böyle, o parayı toplayacaklardı... Topladılar da. Bambaşka bir mahallede, bambaşka kimliklerle hem de. Terk edilmiş bir konağın sahipleri; ölmüş bir dedenin, Gazanfer Nevizade'nin, torunları olarak. Her gün bambaşka bir tezgahla, bambaşka kötü insanların ensesinde... Tüm yenilmişlikleriyle, belki de hiçkimsenin konuşmayacağı galibiyetler kazandılar. Bütün masallardaki kahramanların gizli olduğu gibi... Kötülerin bile saygı duyduğu altı güzel yürekti onlar, hayatımıza silinmez izler bıraktılar giderken. "Nevizadeler, oğlum çok güzeldiniz lan!"
Buraya kadar her şey masaldaymışız gibi geldi biliyorum. Belki de duyduğum, gördüğüm en güzel masaldı onlarınki. Belki de gerçekti kim bilir, ben öyle olduğuna inanmak istiyorum hiç değilse. Çünkü inandırdılar bizi. Bunun bir masal olmadığına, sadece bir dizi olmadığına inandırdılar. Her duygusu o kadar gerçekti ki. Histen öte bir şeydi. Elini uzatsan dokunurdun o mutluluğa, o hüzne...
Evet, bir hisse dokunabilmek. Neden olmasın? Hisler bize dokunabiliyorsa, neden biz de onlara dokunamayalım? "Aşk" mesela. Karlos ve Yaren'in o imkansızlığı, o naifliği hangimize dokunmadı? "Dostluk" ya da. Ferdi ve Karlos'un kimsesizliklerini birbirlerine sığınarak dindirmesi hangimizin gözlerini doldurmadı? O zaman gerçektiler işte... Beraber ağladık, beraber güldük, yaşadık onlarla. Sanki bir abimiz, bir kardeşimiz gibi oldular. Her şeyden korumak istedik onları, tüm kötülerden. Onların hepimizi korumaya çalıştıkları gibi...
Kandemir'in kızını her uzaktan izleyişinde oradaydık, hemen arkasında. Gidip bak bu senin baban demek istedik o küçük kıza, koşup elinden tutup getirmek istedik, yapamadık ama. Karlos, "Gitme dedim abi... Sen ne karışıyon ki dedi, ne karışıyon ki diyince nasıl karışcan ki?" derken omzuna yasladık başımızı. Öyle değil, demek istedik, işin aslı öyle değil... O büyük yakamoz gözlerindeki acı yüreğimizi sızlattı hep. Yaren'in her hor görülüşünde omzundaki el bizimdi, dik dur dedik... Ezdirme kendini... Hiç ezdirmedi biliyor musunuz? Karşısındaki adama sevdiği için boyun eğmesi gerekirken bile ezdirmedi kendini. Ferdi'nin her hatasında arkasında durduk, sanki ailemizin ferdi gibi. Çünkü Ferdi'ydi o neticede, canımız kanımızdı. Derya'nın her babasına koşuşunda sanki beraber çarptı kalplerimiz endişeden. Beraber ağladık o hastane koridorunda. Ve Bahadır'ın her dahiliğiyle gurur duyan bizdik. O kimse bilmiyor sanıyordu ama biz biliyorduk. O bizim için dünyanın en akıllı Bahadır'ıydı.
Öyle işte... Gözler doldu değil mi? Sanki bu hatıralar daha dün yaşanmış gibi, sanki şu kapıdan çıksak Alın Teri sokakta bulacağız kendimizi. Sanki her pazartesi çarpmaktan duracak kalbimiz, ellerimiz kenetli bekleyeceğiz onları yeniden. Sanki hikayemiz mutlu sonla bitecek diye umuda kapılacağız birdenbire. Ama işte, böyle bir dünyada yaşıyorsanız, mutlu sonlara sadece masallarda rastlarsınız. İşte Ulan İstanbul sırf bu yüzden bile bir masal değil... Tüm bu anlattıklarımın sonunda ne oldu biliyor musunuz? Masallardaki gibi olmadı elbette. Çok eğleneceğiz diye çıktığımız yolda eğlenemeden heba olduk. Elimizdeki hayale sıkı sıkı tutunurken çok sıkmış olacağız ki, avucumuzda patladı. Yüreğimizde bir sızı, avucumuzda kesiklerle kalakaldık. Adaletin olmadığı bir dünyada adalet dağıtmaya çalışan kahramanlarla dolu bir dünya yaratmıştık kendimize. Gerçek Dünya'da bunların olabileceğine, umudun hala var olduğuna inanmıştık; kandan, savaştan, ölümden geçilmeyen Dünya'da kendimizi bir anlığına da olsa nefes alırken bulmuştuk ki, bu ütopyayı bile elimizden aldılar. Günler anlam kaybetti önce, pazartesiler eskiden olduğu gibi sıradan pazartesi olmaya başladı. Sonra da son Pazartesi’nin üstünden günler, aylar, yıllar geçti…
Eğer bir sonu olsaydı, içimizde de bitirirdik, bu kadar devam etmezdi belki. Bu kadar acıtmazdı, üstüne onlarca hikaye yazdırmazdı. Sonu olsaydı iyi ya da kötü, bir şekilde kapanırdı o kanayan yara. Kabuk bağlardı, unutulurdu belki. Yıllarca her gün içimizde büyümezdi. Hem acı acı hem de tatlı tatlı acıtmazdı bu kadar belki. Ama yarım kaldı… "Bak yemin ediyorum en bok şey bu... Yarım kalmak. Bir şeyi ya yaşamayacaksın, hiç başlamayacaksın. Ya da yarım bırakmayacaksın." Demişti Yaren’im. Hep yarım kaldığını, hep de yarım kalacağını bile bile. Sonra da diyecekti ki, “Ben hayatımda hep yarım kalmaktan korktum, ama hep de yarım kaldım be oğlum. Her şeyim ya…” Eğer hayatınız boyunca yarım kalmışsanız, yarım kalan insanları seversiniz. Belki yarımı başka bir yarımla tamamlama çabası ya da başka bir şey… O duygu denkliği çöker her ilişkinizin üstüne. Yaralanmamış karakterleri sevemezsiniz bir müddet sonra, hayatınıza derin izler bırakamazlar çünkü. Herkesin bu hikayedeki özelleri farklıdır, bense bitirmeden bu hikayede benim için en özel olan üç karakterden bahsetmek istiyorum.
İşte tam da anlattığım gibi bir karakteri; üstü başı yaralanmışlık, yarım kalmışlık kokan bir kadını sevdim ben bu hikayede. Zaten bu hikayede yare’nin adıydı Yaren… Yar’dı, yare’ydi ama en çok dosttu, arkadaştı, sırdaştı. Geçmişine takılı kalmış, geçmişi bir türlü geçmemişti onun. Sevdiğine çekilen bıçağın önüne atlayıp ona siper olacak kadar da çok sevmişti. Aldığı o bıçak yarası sadece bedenine değil, ruhuna da yara açmıştı, hayatını ortadan ikiye bölmüştü Yaren’in. Zaten tüm hayatı ve geçmişi yaralarla dolu olan bu minik kadın hem sevdiğiyle hem annesiyle sınanmıştı aynı anda. Karlos’a “Bir sen… Bir de annem… Na böyle aynı yerden yakıyorsunuz içimi ya.” Derken tüm yüreğinden söylüyordu, hiç tereddüt etmeden inandık ona. Türk televizyon tarihinden geçen en güçlü kadındı Yaren, doğru duydunuz en güçlüsü. Hiçbir zaman ezdirmedi kendini, her zaman yaptığı işle gurur duydu. Kadın olmanın gücünü, bir kadının isterse neler yapabileceğini hatırlattı bize. Yaren’in bu derinliğine ve gücüne güzelliğiyle ve oyunculuğuyla bir beden biçen ve benim bu hikayeyi tanımama sebep olan Şebnem Bozoklu, seni hayatım boyunca şaşırarak izleyeceğim ve beni izlediğim şeye her zaman ikna edeceğini biliyorum.
Kocaman gözlerindeki yakamoz hüznüyle üstü başı Yaren kadar yara kokan bir adamdı Karlos. Türk televizyonunun görüp görebileceği en güzel adamdı. Her şeyin bedelinin olduğu bu dünyada çok sevmenin de bir bedelinin olduğunu acı bir şekilde tecrübe etmiş, kalbi dünyalar kadar büyük bir adamdı. Sevdiği kadının kılına kendi kıskançlığı yüzünden zarar gelmiş, kendine siper olan sevdiği kucağına yığılırken taşıdığı o kadın dünyanın bütün yüklerinden daha ağır gelmişti ona. Yaren'in bedenine açılan o yara kapanmış, ama Karlos'un yarası hiç kapanmamıştı. “Sen benim kanayan yaramsın” diye kazıdı yazdığı şarkının üstüne. Defalarca sınandı yarinin canıyla, “Öldürürüm ulan!” diyip kırdığı cam çerçevenin yongaları duruyor hala göğüs kafesimin içinde. Kimsesizdi Karlos, kimsesiz gibi bakardı insanın yüzüne. Sarıp sarmalamak isterdiniz, alıp göğüs kafesinizde saklamak... Karlos’un hayatındaki tek kadındı Yaren. Değdiği ilk kadın belki, kokusunu hissettiği ilk kadın. “Ölene kadar bana Yar’dır yaren” demişti kendisine haram olduğunu bile bile. Karlos bizi mevcut dünyada hala güzel seven, altın kalpli adamların var olduğuna inandırdı. O kocaman gözleriyle, elmacık kemiğindeki gamzelerle “Plan nedir abi, naabıyoz?” dedi bize, biz de hep bir ağızdan “çok eğleneceğiiiz!” diye cevap verdik ona. Tipimizde yoktu çünkü bu kadar hüzün, dimi Erkan? J Birçoğumuzun hayatına Karlos olarak girdin, bazılarımızın hayatında hala öylesin… Dünyanın en tatlı adamı için teşekkürler Erkan Kolçak Köstendil.
Servet Abi… Şu iki kelimeyi yazarken bile gözlerim doldu. O kadar başkaydı ki, adı gibi bir “servet”ti o. Hiçkimsenin dile getiremediği şeyleri korkusuzca söyledi, her zaman iyi ve güzel olanı hatırlattı bize. Tavsiyeler verdi, “seveceksen söyleyeceksin, ya kızı alıp gidersin ya da suratına tokadı yersin” dedi. Geçmişten kurtulup geleceğe bakmamız gerektiğini söyledi, birbirimize tutunmamız gerektiğini, böylesine kötü bir dünyayı sadece sevginin kurtaracağını anlattı. Cemal Süreya okudu, Neşet Ertaş dinledi, Müzeyyen Senar söyledi… Şiir gibi, şarkı gibiydi. Pencere önü çiçeği… Ah be Servet abi, itfaiyeyi arayıp pencerene yangın merdiveni dayayıp doya doya sarılmak istiyorum sana. “İlk bakışta değil son bakıştadır aşk. Yani, ayrılırken nasıl bakıyorsa o kadar sevmiştir seni.” Kim unutabilir ki bu sözleri? Kalbimiz taş tutmaz mı unutursak? İyi ki bu hikayeden geçtin Zihni Göktay. Sen olmasan olmazdı, yarım kalırdık. İyi ki…
Beraber 39 bölüm bu hikayenin oluşmasını sağlayan adını sayamadığım herkese ama herkese teşekkür ediyorum. Ve en çok da senaristimiz Uğraş Güneş’e…. Bizim bir film vardı başkan, ne oldu o ? J
Ne demiş Cemal Süreya “En uzun süren sevdalar yarım kalanlardır!” Üç yıl geçti ama, hiçbir duygu eksilmedi. Bazı duyguları dondurucuya koyup da çıkarmışız gibi, taptaze. Gönlüm inanmıyor ayrıldığınıza… Sizi çok seviyorum be Nevizadeler. Açılışı Attila İlhan’ın şiiriyle yaptık madem, onunla kapatalım:
“ulan bunu sen de bilirsin İstanbul
kaç kere yazdım kimbilir
kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
1949 Eylülünde birader mırç ve ben
sokaklarında mohikanlar gibi ateşler yaktık
sana taptık ulan
unuttun mu
sana taptık…”