Asker dizilerini izlemeyi çok seven biri değilim. Konunun aktarılış biçimini sevmiyorum genelde. Bazı duygular -yanlış anlamayın beni ama- sömürülüyor gibi geliyor. İnsanlara sanki asker olun ve ölün mesajı veriliyormuş gibi. Bu yüzden de hep mesafeli yaklaşmışımdır bu tarz dizilere. “Söz” dizisine de mesafeliydim. Sene içinde izleyecek zaman bulamadım, açıkçası zaman yaratmak gibi de bir çabam olmadı. Ama Tolga Sarıtaş’ın kalplerimizdeki yeri malumunuz, dizisine kesinlikle bakarım diyordum. Baktım da.
Günlük hayatın koşuşturmacası biter bitmez hem de. Bu yüzden, bu dünyanın kurulmasına emeği geçen herkese başta teşekkür ediyorum. Askerliğin ölmek için değil, yaşatmak için olan bir meslek olduğunu yansıtmanız benim için o kadar değerli ki. Bunu, ailesinde Doğu hizmetini yapmış üst ve alt kademede fazlasıyla asker bulunan biri olarak da söylüyorum. Terör gerçeğiyle iç içe yaşamak durumunda olan bir ülkenin vatandaşı olarak. Geçtiğimiz senelerde yaşanan acı olayları, o yollardan her geçişinde hatırlayan biri olarak. Teşekkür ederim.
Yazacağım şeyleri bir seyirci olarak yazmıyorum bu sefer. Tıp fakültesinde okuyan bir hekim adayı olarak buradayım. 18 yaşında “ölüm” kavramıyla tanışmış biri olarak. Çok değil, 2 sene sonra zorunlu hizmetini belki Karabayır’da, Şemdinli’de, Sur’da yapacak birisi olarak yazıyorum. Burada bize sunduğunuz “hekim” figürüyle ilgileniyorum sadece. Oynayan oyuncuyla veya yaratılan çiftle değil derdim. İkisi de umurumda değil açıkçası. Seven olur, sevmeyen olur. Doktor Bahar karakteri benim derdim. İsminin başındaki altı harfli kelimeyle ilgileniyorum. Bunu tekrar tekrar söylüyorum ki anlaşılsın. Niyetim, amacım. Çokça empati, biraz sitem, biraz takdir.
Yavuz’un nişanlısına yaptığı ilk müdahaleyle tanıştık biz Bahar karakteriyle. İlk müdahale. Acil servis burası. Size bir hasta getiriyorlar. Biraz önce bir patlama olmuş ve bu patlamada yaralanmış birisi. Solunum yok. Sizin bu yazıyı okurken rahatça, derin derin aldığınız nefesi alamıyor. Solunum desteği sağlanıyor ama hasta bir yandan da çok kan kaybediyor. Hani bazen oluyor ya, elinizi bir kâğıt parçası kesiyor. Ufacık, minnacık bir şey ama insanın canı nasıl yanıyor. Pek çoğu bu ufacık yaraya bakamıyor bile kanayınca. “Kan tutuyor canım beni.” Beni de tutardı eskiden. Milattan önce gibi gelen bir zaman önce beni de. Belki Bahar’ı da.
Şimdi bu acının yüz katı, bin katını düşünün. Sizin bakarken bile ürperdiğiniz kanın yüz katı. Merve hissediyor bu acıyı. En derininde hem de. Hızla vücudundan akıp giden kanla birlikte. Ne yapacaksınız peki? Önünüzde iki seçenek var. Hocanızı, daha üst bir yetkiliyi çağırabilirsiniz. En doğrusu bu belki de. Sizin için en güvenlisi de. Çoğunun yapacağı şey. Tik tak. Zaman daralıyor. Bir karar vermeniz gerek. Yetkili ne kadar zamanda gelecek? Merve dayanabilecek mi? Daha da önemlisi bir hekim olarak sizin vicdanınız bu görüntüye dayanabilecek mi? Kim dayanabilir ki?
Müdahale ediyorsunuz. Bir ses geliyor arkadan. “Hastayı kaybediyoruz.” Kafanızı kaldırıp monitöre bakıyorsunuz. Düz çizgi. Anlamı basit. Kalp masajı. 1, 2, 3, 4, 5… Hadi, hadi, hadi!!! (Tabii o kalp masajını okşar gibi değil, gerçek bir kalp masajı gibi yaparsanız daha etkili ve inandırıcı olur da neyse:)) Hala düz çizgi. Elektroşok. 1, 2, 3, şarj edildi. Bam. Tık yok. 360 jul. 1, 2, 3 şarj edildi. Bam. Dümdüz bir çizgi…Hastayı kaybettiniz. Hayalleri, umutları, geleceğiyle birlikte Merve artık bu dünyada değil. Merve’ye bakıyorsunuz tekrardan. Gözünüzün önünde yitip giden o hayata. “Ölüm saati…” Güçlü durmanız gerek. Buna bu zamana kadar alışmış olmanız gerek ama değil mi? Ölüme nasıl alışılır ki?
Askermiş. Gözünüz boynundaki kolyeye ilişiyor. Aynı kolye. O kızınkiyle. Ellerinizin arasından kayıp giden o hayata dair elinizde kalan tek şey olan o kolyeyle aynı kolye. Bu adamın nişanlısıymış demek. İki hayat etti. Annesi ve babasıyla birlikte üç, dört. Arkadaşları, kardeşi, akrabaları. Beş, altı… Elinizden kayıp giden hayat sayısı, Merve’yle birlikte. Bu kolyeyi ona vermeniz gerek. Hemen. Tabii “Nereye koydum ben bunu ya?” dan daha anlamlı bir cümle kurarak ararsanız insanlar bir tık daha empati yapabilirler. Bir kolyeden çok daha fazlası zira o.
“Benim masamda öldü o.” Nişanlısının gözlerinin içine bakarak söylemek sandığınız kadar kolay değilmiş değil mi? Evleneceklerini, ev tutacaklarını, döşeyeceklerini… Kısacası elinizden kayıp giden o kişinin hayatını dinlemek hiç de kolay değil. Ya nişanlısı? Kendini suçluyor. Suçlayan tek kişi o mu sanki?
“Ben doktorum, her gün insanların nasıl öldüğünü görsen hayret edersin.” Bu cümleyi gerçekten kurdu mu? Bir doktor. Nişanlısı ellerinde ölen bir adama. Gülerek. Sanki herhangi bir olaydan bahsediyormuş gibi. Ölüm herhangi bir olay demek. Bu, olmadı. Hiç.
“Birilerinin bu insanlarla ilgilenmesi lazım.” Evet, dünyanın en doğru cümlesi. Hekimliğin özeti. Ailenin lüks hastanesinde ultra zengin hastalara doktorluk yapmak da evet, elbette, sonuçta birilerine yardım ediyorsan doktorluk ama… Aması sana daha çok ihtiyaç olan bir yerde doktorluk yapmak varken, neden? Doğu hizmetini kimse istemez. Hiç kimse. Anneniz, babanız, aileniz. Hiç kimse oraya gitmenizi istemez. Anlatamazsınız çünkü. "O insanların bana ihtiyacı var" deseniz de alacağınız cevap basit. “Sana mı kalmış?!” Ama hekimim ben, bu insanlar da yardıma muhtaç. Nasıl sırtımı dönüp gideyim? Bunun için okumadım mı bunca sene? Anlamazlar ki. Kusura bakmayın, pek çok kimse de mermilerin kafasının üstünden uçuştuğu bir yerde doktorluk yapmak istemez. Ama birileri elbet ister. İyi ki de ister. Mesele hiçbir zaman tıp fakültesini bitirmek olmadı. Onu, oraya giren herkes elbet bitirir. Hekim olmak, gerçek bir hekim olabilmekse bambaşka bir şey. O yüzden saygıyla eğiliyorum doktor hanım. Bu kararından, cesaretinden ötürü saygıyla…
“Yapabileceğine emin misin?” Tıp fakültesini dereceyle de bitirsen sonunculukla da bitirsen köyün birinde, evin birinde, kadının birine doğum yaptırtmak, hayatında ilk defa tecrübe ediyorsan yapabileceğinden çok da emin olabileceğin bir şey olmasa gerek. Hastanede bir nebze hani de. Burada, bu şekilde? Adının önündeki altı harfli kelime yapabileceğini söylüyor ama. Doktorsun sen. Hadi! Soğukkanlı olman gerek. Bu işi burada senden başka yapabilecek kimse yok. Yapacaksın. Bu bebeğin doğması gerek. Bu hayatın yaşatılması gerek. Yap şunu!
“Peki, sen nişanlını nerede kaybettin?” İşte böyle saçma kelimeleri normal bir insana kurdurtsanız hiçbir sıkıntı yok. Siz gidip adamın nişanlısının masasında öldüğü doktora kurdurtunca olmuyor, olamıyor. Temelde çelişiyor o zaman. Karabayır’da kalmak gibi fedakarlığı yapan bir doktor kuruyor bu cümleyi. Ölen kadının nişanlısına. Hangi doktora inanalım şimdi biz? Kafası atınca bu cümleyi kurana mı, yoksa kendi hayatını başkaları için bir kenara itene mi?
Görevi, hayatı ‘yaşatmak’ olan bir insanın gözünün önünde onlarca insan kurşuna diziliyor. Bam. Bam. Bam. Ve hiçbirine yardım edemiyorsunuz. Gözünüzün önünde kayıp giden hiçbir hayata yardım edemiyorsunuz siz. İstanbul’da, fanusun birinde büyümüş olan genç bir doktorun böyle bir olayda yaşadığı şoku hafife almayın. Hiçbir insan için kolay değil ama esas onun için hiç kolay değil. Neden? Bir insan neden başka insanların canını alır? O kadar çok soruyorum ki ben de kendime bu soruyu. İnanın, anlayamıyorum. Onların bunu yapmak için bir nedene ihtiyacı olmadığından belki de...
Karnının içine bomba yerleştirilen bir adamın karnındaki dikişi açıp bombayı çıkartmayı tıp fakültesinde öğretmiyorlar maalesef. Keşke öğretseler, ben de isterim, ama yok. Aynı durum benim başıma gelse ne yaparım ne ederim diye düşününce…Teröristin biriyle yüz yüze gelmeyi de öğretmiyorlar. Bunca cana kıyan caninin birinin gözlerinin içine bakmak hiçbir tıp kitabında yazmıyor. Doğu’da doktor olmak başka bir şey. Bambaşka…
Doktor Bahar’ı, “doktor” olarak izlemek bence çok kıymetli. Yine diyorum, oyunculuk sevilir sevilmez, yeterli gelir gelmez. Sizinle aynı fikirde olduğum çok konu var, evet. Ama karakter olarak bir "doktor”un anlatılış biçimi buraya kadar çok güzel.
Sonra işte bende bir şeyler koptu. Bir şeyi anlayamadım. Yediremedim. Ne kendime, ne de bu mesleği yapan herhangi birine. “Sanki bu yas bin yıl sürecek gibiydi.” Bu cümleyi bir doktora nasıl kurdurttunuz inanın aklım almıyor. Ellerinin arasında ölen hastanın nişanlısına, bu cümleyi nasıl kurabilir bir insan? Tıp fakültesinde öğretilen her şeyin üstüne bir çizgi. Tıp etiğine, ahlakına da bir çizgi. Onu geçin, herhangi bir insan, sevgilisi ölen bir adama bunu nasıl der? Evet, bu zamana kadar artıları ve eksileriyle rahatça çokça empati yapabildiğim bu karakteri benim için bitirdiniz, üzgünüm.
İnsanlara sunduğunuz bu “hekim” algısından dolayı da çokça hayal kırıklığına uğradım. Bahar adında bir kız bunu dese hadi, yine, “Ay, ne düşüncesiz.” der geçerim. Ama bunu Doktor Bahar deyince…Olmadı, çok yanlış oldu. Yavuz’a o gözle bakabilmesini zaten asla anlayamadım. Bu hayatta çok büyük konuşmamak gerek ama meslek etiğine de ahlakına da ters bir şey bence. Elinde öldü ya kız, senin elinde. Adam seni öpünce bunu normal bir şey gibi görmen daha da garip. Bende mi bir sorun var anlamıyorum. Aranızda bir ölüm var. Çok taze bir ölüm. Seni de derinden etkilemiş olması gereken bir ölüm. Adama seni neden öptüğünü öğrenince kızman peki? Senin baştan “Bu, yanlış.” demen gerekirdi zaten. Sonrasında attığı tripler, tavrı.
Biz seni Karabayır’a gelen, kendi hayatının önüne başkalarının hayatını koyan biri sanmıştık. Olayı çok yanlış anlamışız. Anlamışım. Sonrasında adama yokuş aşağı yürümeye başladın zaten. Bu durum hiç normal değil. “Neden mutlu olmak yok. Merve meselesi mi?” Meselesi mi? Kızın bomba patlayıp senin masanda ölmesinden bahsediyorsun galiba. Bu kadar düşüncesizce bahsedilen bu olsa gerek. Oysa en iyi biz hekimlerin empati yapabilmesi gerek. Evet, herkes yapabilmeli ama en iyi biz hekimler. Hiç değilse bana bunu öğrettiler tıp fakültesinde. İnsanların ne yaşadığını anlamadan onları yargılamamak gerektiği. Anlatmasalar da bazı şeyleri anlama yükümlülüğü.
En sonsa süresiz olarak meslekten uzaklaştırıldı Doktor Bahar. Benim zihnimden süresiz olarak uzaklaştırıldığı kesin de. Bunu elbette hak etmedi ama dediğim gibi empati tuşunu Bahar için, o cümleyi kurduğu an kapattım. Yavuz’u arayıp, -ki adam operasyonda zırt pırt aramasak daha hayırlı olur sanki- gideceğini söyleyip, bir karşılık bekleyip, cevap alamayınca adama atar yapmak… Hanene eksi on daha yazıyorum.
“Bize bir şans veremez misin?” Yanlış anlamayın arkadaşlar Tıp fakültesinde kızlar falan teklif etmiyor, öyle bir beklentiye girmeyin. Sinir oldum. Çokça sinir. Yavuz sağ olsun, sonunda, gerekenleri söyledi de bir nebze de olsa içime su serpildi. Zengin, şımarık, çıt kırıldım bir kız. Buydu galiba Yavuz’un sana söyledikleri. Anlamlı…Yanına bencil, düşüncesizi de ben ekliyorum. Kusura bakma. Ben bakmadım zira.
“Dizi sonuçta, çok da takılma.” diyebilirsin. Olmuyor işte. Aynı yolun yolcusu olunca fena koyuyor insana. Ben ciddili rahatsız olmuş durumdayım bazı şeylerden. Böyle bir meslek grubunu temsil eden bir doktorun şu halinden, tavrından. Onu doktorluğuyla izlemek isterdim oysa. İlla her karşı iki cinsin duygusal bir yola girme zorunluluğuna sıkıştırılmadan, bir hekim olarak verdiği mücadeleyi görmek beni mutlu ederdi. Bu kadar hayal kırıklığına uğramış olmazdım belki o zaman. Ellerindeki ölüme daha saygı duymasını isterdim. Bazı adımları atarken, cümleleri kurarken Merve’yi de düşünmesini. Ayakları yere daha sağlam basan bir tavırda devam etmesini. Yavuz’un yeni gönül ilişkisi olmak için yazılmış bir karakter halinden öte bir halde devam etmesini. Çok şey beklemişim sanırım. Ben çok yanlış gelmişim.
Hipokrat’ın kemikleri de sızlıyordur bir yerlerde. Güzel bir lafı vardır kendisinin:
“Hekim, geminin kaptanı gibidir. Güzel havada yanlış bir yola saparsa ilkin fark edilmez. Fakat bir fırtına esnasında bu yanlışlık, bir felakete neden olabilir.”
Doktor Bahar’ın saptığı bu yolun bir felakete sebep olmaması dileğiyle…