Bir diğer köşede ise Ali Kemal ve Yıldız hikayesi var. Hiç
bulaşmak istemediğim ama Ali Kemal’i çok sevdiğim için her seferinde üstünde
düşünmek zorunda kaldığım bir hikaye. Zira Ali Kemal’in ses tonunda,
bakışlarında, suskunluğunda hep o aşk var ama Yıldız’da halen daha bencillik
var. Yıldız’da ne var biliyor musunuz? Karşındakini sevmek ve kendini ona
tamamen teslim etmek değil, “kendini
sevmek ve sevilmek” dürtüsü var.
İşte o yüzden bu bencil karakterin sonunda mutlu olması ve Ali Kemal ile
birlikte olmasının Ali Kemal’i üzeceği düşüncesindeyim. Çocukluk dürbününü
yatağının altında saklaması, onların küçükken bir şeylerin (Yani Ali Kemal’in
kan bağı olmayan kardeş olduğunun) farkında olmalarını sakladığına işaret belki
de. Ama aşkta bencillik yoktur, olamaz. Olmuyor. Hilal ve Léon ya da Azize ve
Cevdet’e baktığınızda o bencillikten, benmerkezcilikten eser göremezsiniz. Sonu
terk edilmeler ile biten aşk hikayeleri arıyorsanız orada bencillik
görebilirsiniz ama. Yıldız ne zaman kendinden ödün verecek, ne zaman “ben”
olmayı bırakacak, ancak o zaman Ali Kemal’in aşkını hak edebilecek.
Veronika ve Vasilis’te ise aşkının külleri soğumuş bir çifti
görüyorsunuz. Bir oğullarını kaybetmiş olmanın acısı, adamı acımasız ve korkunç
bir askere döndürürken, kadını ise hayattaki oğullarının üstüne fazla titreyen
ve bazen onun istediklerini göremeyecek kadar gözüne perde inen bir insana
dönmüş olarak görüyoruz. Onların aşkının dinamizmi de belki savaşın seyriyle
bambaşka yerlere gelecek, bilemiyoruz ve ön göremiyoruz. Ama içimden en çok
istediğim hem Ali Kemal’in biyolojik ailesini bulma isteğine kavuşması hem de
Veronika’nın oğluna sarılabilmesi, içine çekerek koklaması. Çünkü bir anne evladını kokusundan tanır
(Leyla ile Mecnun’a selam olsun, çok özledik). Vasilis için ise hiçbir
temennide bulunamıyorum çünkü hayattaki oğlunu nedense “hayal kırıklığı” olarak
gören bir adam, Türk olarak yetiştirilmiş olduğunu fark etse diğer oğluna nasıl
duygular besleyecek kim bilir?

İlahi adalet tecelli eder mi?
Babamın bir lafı vardır: “İlahi adaletin ne zaman tecelli edeceğini bilemezsin. İsyan etme ve
zamana bırak”. Çok doğru aslında. Tevfik’in hikayesi de biraz böyle. O
kadar insafsız, o kadar feci bir adam ki aslında, bir nevi Joker gibi.
Öldürüyor ama güldürüyor da yaptığı Joker mimikleri ile. En son hastanede
Salih’i kulağından tutup sallarken, tıpkı daha önce canına kıydığı onlarca
insana kıydığı gibi Salih’i de oracıkta öldürme isteği onun korkunç yüzünü
gösteriyor: Amacına ulaşmak için girilen her yol mubah onun gözünde. Bu nedenle
şunu istemekten kendimi durduramıyorum: İlahi adaletin tam da zamanı gelmişken,
lütfen bir anlık olmasın, çektirdiği ıstırapları bir bir çeksin Tevfik, sürünsün.
Önümüzdeki hafta Hanya’yı Konya’yı göreceğiz gerçi ama bilirim ki o adalet bir
gün tecelli edecek.
Ve son söz sevgili okurlara, sözlerini anlasanız da
anlamasanız da Charlotte Gainsbourg’dan “L’un
part, l’autre reste”i (Biri gider,
biri kalır) dinleyin lütfen:
Sezon finaline adım adım yaklaşırken sevgiyle kalın.
P.S: Selam olsun Tuğrul Tülek ve Şebnem Hassanisoughi’ye.
İki haftadır ders, iş güç, hayat ve koşuşturmaca derken yazamadığım geçen
haftaların acısına, bizlere ekran karşısında yaşattıkları duygular için çok
teşekkürler…