Vatanım Sensin: Hasretim sensin

“Ben seni sevmiştim!” diye isyan eden Hilal sanki sevmeyi o an çöp poşetine koymuş da sokağa bırakmış gibi. Sevmeyi bırakabileceğini sanıyor da geçmiş zaman kipi kullanıyor…
Bir diğer köşede ise Ali Kemal ve Yıldız hikayesi var. Hiç bulaşmak istemediğim ama Ali Kemal’i çok sevdiğim için her seferinde üstünde düşünmek zorunda kaldığım bir hikaye. Zira Ali Kemal’in ses tonunda, bakışlarında, suskunluğunda hep o aşk var ama Yıldız’da halen daha bencillik var. Yıldız’da ne var biliyor musunuz? Karşındakini sevmek ve kendini ona tamamen teslim etmek değil, “kendini sevmek ve sevilmekdürtüsü var. İşte o yüzden bu bencil karakterin sonunda mutlu olması ve Ali Kemal ile birlikte olmasının Ali Kemal’i üzeceği düşüncesindeyim. Çocukluk dürbününü yatağının altında saklaması, onların küçükken bir şeylerin (Yani Ali Kemal’in kan bağı olmayan kardeş olduğunun) farkında olmalarını sakladığına işaret belki de. Ama aşkta bencillik yoktur, olamaz. Olmuyor. Hilal ve Léon ya da Azize ve Cevdet’e baktığınızda o bencillikten, benmerkezcilikten eser göremezsiniz. Sonu terk edilmeler ile biten aşk hikayeleri arıyorsanız orada bencillik görebilirsiniz ama. Yıldız ne zaman kendinden ödün verecek, ne zaman “ben” olmayı bırakacak, ancak o zaman Ali Kemal’in aşkını hak edebilecek.
 
Veronika ve Vasilis’te ise aşkının külleri soğumuş bir çifti görüyorsunuz. Bir oğullarını kaybetmiş olmanın acısı, adamı acımasız ve korkunç bir askere döndürürken, kadını ise hayattaki oğullarının üstüne fazla titreyen ve bazen onun istediklerini göremeyecek kadar gözüne perde inen bir insana dönmüş olarak görüyoruz. Onların aşkının dinamizmi de belki savaşın seyriyle bambaşka yerlere gelecek, bilemiyoruz ve ön göremiyoruz. Ama içimden en çok istediğim hem Ali Kemal’in biyolojik ailesini bulma isteğine kavuşması hem de Veronika’nın oğluna sarılabilmesi, içine çekerek koklaması. Çünkü bir anne evladını kokusundan tanır (Leyla ile Mecnun’a selam olsun, çok özledik). Vasilis için ise hiçbir temennide bulunamıyorum çünkü hayattaki oğlunu nedense “hayal kırıklığı” olarak gören bir adam, Türk olarak yetiştirilmiş olduğunu fark etse diğer oğluna nasıl duygular besleyecek kim bilir?
 
İlahi adalet tecelli eder mi?
 
Babamın bir lafı vardır: “İlahi adaletin ne zaman tecelli edeceğini bilemezsin. İsyan etme ve zamana bırak”. Çok doğru aslında. Tevfik’in hikayesi de biraz böyle. O kadar insafsız, o kadar feci bir adam ki aslında, bir nevi Joker gibi. Öldürüyor ama güldürüyor da yaptığı Joker mimikleri ile. En son hastanede Salih’i kulağından tutup sallarken, tıpkı daha önce canına kıydığı onlarca insana kıydığı gibi Salih’i de oracıkta öldürme isteği onun korkunç yüzünü gösteriyor: Amacına ulaşmak için girilen her yol mubah onun gözünde. Bu nedenle şunu istemekten kendimi durduramıyorum: İlahi adaletin tam da zamanı gelmişken, lütfen bir anlık olmasın, çektirdiği ıstırapları bir bir çeksin Tevfik, sürünsün. Önümüzdeki hafta Hanya’yı Konya’yı göreceğiz gerçi ama bilirim ki o adalet bir gün tecelli edecek.
 
Ve son söz sevgili okurlara, sözlerini anlasanız da anlamasanız da Charlotte Gainsbourg’dan “L’un part, l’autre reste”i (Biri gider, biri kalır) dinleyin lütfen:

  
Sezon finaline adım adım yaklaşırken sevgiyle kalın.
 
P.S: Selam olsun Tuğrul Tülek ve Şebnem Hassanisoughi’ye. İki haftadır ders, iş güç, hayat ve koşuşturmaca derken yazamadığım geçen haftaların acısına, bizlere ekran karşısında yaşattıkları duygular için çok teşekkürler…
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER