Aşk hakkında günümüze kadar milyonlarca kitap yazılmış
olmalı. Evet, kimileri hani şu marketlerde satılan, yaz tatillerinde laf olsun
diye okuduğunuz kitaplar, kimileri ise destansı, kimsenin aklından yıllar geçse
de çıkmayacak hikayeler. Sizleri bilmem ama ben yaz tatillerinde çıtır çerez
okunabilen, aynı yazarın yayınladığı 23 kitabın aynı tarzdan öyle kıvır zıvır
hikayeleri okuyabilecek yaşı çoktan geçtim. 12-14 yaşları arasında Fransızca
öğrenirken ergenlere hitap eden pembe aşk hikayelerini de okudum. Bu nedenledir
ki benim için “aşk”ı anlatan kitapların gerçekten de sırf öyle “aşk” anlatan
(ya da anlattığını iddia eden) bir roman olmaması gerekiyor; farklı hikayelerin
içerisinde bezenmiş olması dikkatimi daha çok çekiyor. Haliyle film veya dizi
izlerken de yine aynı duygularla izliyorum.
Azize ve Cevdet çiftinin hikayesi de gayet normal bir
karı-koca olabilmenin ötesinde, başlarından geçen korkunç olaylarda yatıyor
aslında. Birbirlerine gençken sevdalanmış, sonrasında üç çocuk sahibi olmuş bir
çift iken bir anda birbirlerinden kopan, yıllar yılı birbirlerine hasret kalan,
özlem duyan bir kadınla bir adam. Cevdet’in vatan uğruna “öteki” tarafa geçerek
sevdiği kadına ve ailesine ters davranmasına kızsak da en başlarda, onun içinde
kopan fırtınaları gördükçe ona duyduğumuz acıma bizi şu soruya götürüyor:
“Yerinde olsam yapabilir miydim?” Azize’nin ise kocasının yaşadığını fark
ettikten sonraki gelgitleri, ama içten içe bilinçaltında veya bilinç üstünde
her zaman Cevdet’in onlara ihanet etmediğini düşünmesiydi aslında bu aşkı
ayakta tutan dengelerden biri. Dengenin diğer tarafı ise tabii ki Cevdet’in
Azize’sine kavuşacağına olan inancı sayesinde hep hayatta kalmak isteğiydi.
Bu nedenle bu hafta bu ikili birbirine kavuştuğunda ben
kendimi tutmadan ağladım. Bir kadının yıllar yılı hasret kaldığı sevdiğine
kavuşması, onu özlemle içine çekmesi… Bu aşkı çeşitli tanımlara
sokamayacağımızı ama yine de aşkın
“hasret”ten, “özlem”den, “acı”dan da beslendiğini inkar edemeyeceğimizi
gösteriyor. Anlayacağınız aşk hikayeleri her zaman Roméo ve Juliette’te
olduğu gibi, Tristan ve Isolde’da olduğu gibi acıklı bitmek zorunda değil ama
acıdan gani gani beslendiği de aşikar. Yani hikayelerin sonunda aşıklar
kavuşabilir de… Poyraz ve Ayşegül’ün de aslında kavuştuğu kısımdan sonra filmi
keserseniz, onların sonsuza dek o minibüsün içinde gittiğini hayal
edebilirsiniz mesela.
Yani onca yıldır çektikleri acılardan sonra bu iki insanın
kavuşmasıdır beni ağlatan, belki hepimizi ağlatan. Çıtır çerez yaz romanları
gibi değil, daha edebi çünkü.

“Babam yapmış olamaz!” diyen Léon bir süre sonra çiğ tavuk
yemiş gibi laflarını yutacağını nereden tahmin etsin değil mi?
Öte yanda ise Léon ve Hilal’inki var. Twitter’da sürekli bu
güzel ikili hakkında yazılan ve aşırı “fantastiğe kaçan” hikayeler görüyorum
da, gözlerim kanıyor, oftalmoloğa koşmak için kapıdan çıkıyorum. Gerçekten.
Hilal ve Léon’unki, böyle Twilight saçmalıklarına boğulmayacak kadar güzel bir
aşk hikayesi; onlarınki de hasret kalanların, kavuşamayanların ve acıdan
beslenen bir aşk hikayesi. Bırakın böyle aksın. Bu çirkin Twilight hikayeleri
resmen bu güzel aşka vurulan bir yumruk ya da sıkılan bir kurşun gibi, tek
kelimeyle korkunç. Onların güzelliği burada, kuytu köşelerde sevişmelerinde,
öpüşmelerinde veya uydurduğunuz fantastik hikayelerde değil.
Hilal, Léon’a o ince perdeden ses tonuyla “senin yüzüne bile
bakmak istemiyorum” derken ve Léon onu “teslim olmakla” tehdit ederken
biliyorsunuz onlarınkinin acıdan beslenen bir aşk olduğunu, ettikleri kavga
sayesinde birbirlerini düşünmeye ittiklerini. Bırakın da hikaye böyle aksın.
Birbirlerini sevsinler, biri vatanını
sevdiği için aşkını terk etme noktasına gelsin, diğeri ise sevdiği kadının
ölmemesi için kendi vatanına ihanet etsin. Léon da vatanı bellediği kadın
yüzünden “öteki” tarafa geçmiş bir erkek. Karşısındaki kadını asla ezmiyor,
aslında hiçbir kadını ezmiyor ve kadına zulme de karşı çıkıyor. Ona hem kadın
olduğunu hissettiriyor hem de kendi de sevilmek istiyor bir yandan. Hilal de
sevilmek istiyor. Ama bencil değiller, birbirlerini severken, birbirlerine
mukayyet oluyorlar, yine aşkın terazisinde bir kefe diğerinden ağır basıyor
diyemiyorsunuz burada.
Yazı devam ediyor...