Kendimi bilim bileli yaşadığım döneme ait hissetmedim. Bu
sebeple dönem dizilerine her zaman özel bir ilgim oldu. Kurtuluş Savaşı
yıllarını anlatacak bir diziyi televizyonda görmek ise uzun zamandır hayalimdi. Ancak bir dizinin anlattığı çeşitli insan hikâyelerine bu denli
bağlanacağım, ilk bölümünde ekranın karşısına oturduğum vakit aklımın ucundan
dahi geçmemişti. Bizleri hasretini çektiğimiz bir çağa ve “o güzel atlara binip çekip giden o güzel insanlar”a1
aşina kılan, dizi çölündeki vaha “Vatanım Sensin”den bahsediyorum.
İlk bölümünden beri kaçırmadan takip ettiğim dizinin, senaryosu bakımından
inişli çıkışlı bir grafik izlediği hepimizin malumu. Özellikle pusula
olayındaki seyirciyle dalga geçercesine ortaya atılan klişe ile Leon’un mektubunun
Veronica tarafından okunmasının ardından gelişen akıl almaz olaylar silsilesi
hepimizin canını sıkmıştı. Lakin şimdi gönül rahatlığıyla söylüyorum ki hikâye
yaklaşık üç dört bölüm süren fetret devrinden son iki bölümde alnının akıyla
çıkmayı başarabilmiştir. Bu yükselişin daim olmasını dileyerek 25. bölümü genel
hatlarıyla incelemek istiyorum.
‘Artık şu adamın yüzü bir gülsün’ dediklerimiz listesinde başı çeken
isimlerden: General Cevdet.
Öncelikle geçtiğimiz bölüm hız kazanan Milli Mücadele cephesi bu bölümde de
çeşitli sahnelerle tüylerimizi diken diken etti. Bölümün açılışındaki ayaklanma
sahnesi hem çağlar boyunca değişmeyen bir yaramıza parmak bastı hem de
toplumdaki linç kültürünün ne tehlikeli boyutlara ulaşabileceğine dair bir mesaj
vermiş bulundu. Bu cesaretlerinden ötürü başta yapımcılar, yönetmenler ve
senaristler olmak üzere tüm ekibi tebrik ediyorum.
Öte yandan Milli Mücadele cephesinde diziye gümbür gümbür giren iki
karaktere değinmeden olmaz. Kara Fatma ve Rıza Bey’den bahsediyorum. Sanırım
Demet Evgar’ın Kara Fatma rolüyle Cevdet ile Yakup sahnesinde diziye yaptığı
giriş, Türk televizyon tarihinin en havalı giriş sahnelerinden biri oldu desek
abartmış olmayız. Kara Fatma kısacık sahnelerinde o denli güzel işlenmiş bir
karakter oldu ki hem Türk kadınının ne denli cevval ve fedakâr olduğunu hem de
toplumsal tarihimizde ne büyük acıların yattığını bize bir kez daha hatırlatmış
oldu. Aynı şekilde Rıza Bey’in “asker ağa” diye hitap ettiği erle yaptığı
konuşmalar ile bir kez daha elimizi böğrümüze götürme ihtiyacını duyduk
derinden.

“Senin gibi cevval bir
evladı Mısır’ın çöllerinde bıraktım.” – Rıza Bey
“Erim ‘kuzum’ diye severdi
beni. Ondandır ne vakit bir kuzu görsem dayanamıyom, ağlıyom.” – Kara Fatma
Sanırım diziyi benzeri yapımlardan ayıran en büyük özelliği bu: en büyük
toplumsal yaraları bile birey perspektifinden işleyebilmesi. Ortada verilen
büyük bir kurtuluş mücadelesi var lakin insanları bu mücadelenin
bayraktarlığına iten sebepler kişilerin bireysel acılarından yola çıkarak geniş
kitlelerle empati kurabilmeleri. Kara Fatma mesela, “Erim ‘kuzum’ diye severdi
beni. Ondandır ne vakit bir kuzu görsem dayanamıyorum, ağlıyorum.” diyebilecek
kadar naif bir insan, lakin yaşadığı acılar onu o kadar farklı bir boyuta
taşımış ki kendi kederiyle vatanın içinde bulunduğu durumu eşleştirip bunun
üzerinden bir mücadeleye girişmiş. Aynı eşleştirmeyi Hilal, Azize, Ali Kemal
gibi karakterlerde de nispeten görebilmek mümkün.
Önceki paragrafta da tekrar ettiğim gibi, bu dizide mücadelenin çıkış
noktası bireysel acılar, bu sebeple Vatanım Sensin’den –daha doğrusu herhangi
bir diziden– tarihi gerçekleri bir ansiklopedi tavrıyla aktarmasını beklemek
abesle iştigal. Kaldı ki her ne kadar bir takım aksak yönleri olmaya devam etse
de –işgalcilerin zulmünün yeterince aktarılamaması gibi–, son iki üç bölümlük
süreçte bu konuda epey toparlanma yaşadıkları da aşikâr. Dizinin işlevi
konusunda, dizinin yönetmenleri ve aynı zamanda yaratıcı yapımcılarından Durul
Taylan’ın bir röportajında atıfta bulunduğu ve kendi ilkelerini de özetleyen
Spielberg’ün şu cümlesini hatırlamak gerekiyor:
“Bu tür tarihi figürleri anlatan
filmler, çok karanlık bir odada küçük bir gece lambasıdır, o kadar. Bütün odayı
aydınlatamaz.”2
Gelelim bunca savaşın, düşmanlığın, kavganın ortasında ümit var
yürekleriyle ve tertemiz sevdalarıyla direnen iki çocuğa: Hilal ile Leon’a…
Geçtiğimiz bölüm Hilal’in, Leon’un direnişlerine hak verdiği için değil,
sevdiğinin başı uğruna yaptığı fedakârlığa karşılık attığı büyük adımla
ilişkilerinde büyük bir kırılma yaşanmış oldu. Onca mesafenin, engelin, yanlış
anlaşılmanın, söze dökememelerin ardından bu bölüm onları el ele, birbirlerine
tebessüm ederek görmenin mutluluğunu tarif etmeye kelime bulamıyorum.
Bir yandan bu sevinci yaşarken, öte yandan sosyal medyada yer bulan
“dizinin odak noktası HiLeon’a kayıyor” eleştirilerine de naçizane anlam
veremediğimi üzülerek belirtmek durumundayım. 140 dakikalık bir dizide baş başa
sahneleri 10 dakikayı geçmeyen bir çiftin dizinin merkezine oturtulduğu savını
hatalı buluyorum. Bu dizinin merkezindeki karakter Cevdet, hikâye bugüne kadar
onun üzerinden işledi, işliyor ve işlemeye de devam edecek. Kaldı ki iki
karakterin ve onların ilişkilerinin titizlikle aktarılması, diğer karakterlerin
geri kalan iki saati aşkın sürede layığıyla işlenemeyeceği anlamına gelmiyor.
Hilal ile Leon karakterlerinin hem bireysel hem çift olarak izleyici kitlesinde
uyandırdığı yankının sebebi, dizide kapladıkları kısacık zaman dilimine karşın dolu
dolu sahneleriyle izleyiciyi kendilerine çekmeleri ve çağımızda hasret
kaldığımız eşsiz naiflikte iki insanın aşkını dizinin ismiyle müsemma bir
çerçevede anlatmalarıdır. Bu hususta hem senaryo ekibine hem de karakterlere
can veren Miray Daner ve Boran Kuzum ikilisine haklarını teslim etmek gerek.
Yazı devam ediyor..