Uzun
ince bir yolda olduğumuzu söylemişti Aşık Veysel. Gece gündüz durmadan yol aldığımız
bir yolculuk diye tanımlamıştı hayatı. Öyle bir hayat ki, bazen ciğerlerimizi
sonuna kadar nefesle doldurup bizi uçururken, bazen nefessiz bırakarak dipsiz
kuyulara sürükleyen. Bazen heveslendirerek ayaklarımızı yerden keserken, bazen
hevesimizi kursağımızda bırakarak uçurum uçurum gezdiren. Bazen hesapsızca vaat
ederken, bazen de hesap etmeden vaadi kesen. Bazen davet eden, bazen davetin
ortasında bizi öylece ortada bırakarak çekip giden. Bazen kolayca anladığımız,
bazen anlamak için deliler gibi çırpındığımız, bazen de ne yaparsak yapalım
anlayamayacağımızı anladığımız.
İşte
böyle
bir yolun yolcusuyuz biz. Bir sürü ara durak da inip bindiğimiz, sürekli tur
geçtiğimiz bir yolculuk. Hem var olduğumuz hem de varlığımızın devamı için var
etmeye gayret ettiğimiz bu hayat, bir sürü seçenek çıkartır yürüdükçe yolumuza.
Ama biz bunların içinden kendimize uygun olanı bazen erken bazen geç bulur ya
da uygun olduğunu zanneder avunuruz. Şanssız sayarız kendimizi
ya da şanslı sayarız bazılarını. Ne güzel o buldu deriz ama onu bulmak için
geçtiği etapları, verdiği sınavları hesap etmeyiz. Kendimizin hangi emekleri
verdiğini ya da vermediğini gözden geçirmeyiz. Şans diye nitelendirdiğimizin
aslında bir şeyin sonucu olduğunu düşünmeyiz.
Kolay isteriz belki de, zor olanı tercih etmeyiz. Seyretmekle yetiniriz
kimi zaman, sahip olmak isteriz ama içinden geçmek istemeyiz. Oysa Ömer de
Defne de tüm bu aşamaları ama bilerek ama bilmeyerek geçtiler. Hesapsızca
severek aralarındaki aşkı var ettiler. Her türlü zorluğa ve ayrılığa rağmen dönüp
dönüp geri geldiler. Bir sürü şeye göğüs gerdiler, evrildikçe evrildiler. Onlar
birbirlerine aşık olurken bizi de aşklarına aşık ettiler. Ne gitmek istedik
onlardan ne de gitmek istesek de gidebildik. Onlar birbirlerini sevdikçe biz de
onları deli gibi sevdik. Onlar birbirlerine bağlandıkça biz de onlara tutkuyla
bağlandık. Şimdi onlar bizden gitmek için gün sayarken, bizim yanımıza onlarla
geçirdiğimiz o güzel anlar kâr kalacak. İçimiz buruk olsa da iyi ki yaşamışız
diyeceğiz, iyi ki tanışmışız ve iyi ki yolumuz onlarla kesişmiş. Şanslı
sayacağız kendimizi ve asla unutmayacağız. İyisiyle, kötüsüyle hep iyi hatırlayacağız.
Nasıl
yani Tom ve Jerry olduğumuzu artık herkes kabul etti mi?
Onlar
hikayenin içinde tamamlandıkça, bizim üzerimize de böyle bir hüzün çöküyor
elimizde olmadan. Ama mucizelere inanarak çıktığımız ve yukarıda anlattığımız
bu yolculuk belki de yeni mucizeler çıkaracak karşımıza. Onlar şimdi çoğalırken
ve rüyalarla bize ön gösterim yaparken bize de onlar adına sevinmek düşüyor karşılıksızca.
Küçük İplikçi ne kadar da yakışmıştı baba İplikçi’nin kucağına. Kızıl küçük
kafasıyla babasının omuzuna yaslanırken boncuk gözleriyle annesine bakıyordu
yumak yumak. Rüya bu kadar kısa olmasaydı keşke de onları tatlış tatlış biraz
daha izleyebilseydik. Her ne kadar Defne gördüğü rüyadan utanıp gizlemeye çalışsa
da, uykudaki mutluluğu onu ele veriyordu. Ömer ne gördüğünü bilmese de ruhlarıyla
hep bağlı oldukları için aslında “Belki de üçümüz.” dediği gibi içten
içe o da bunu hissediyordu.
Yalnız
sabah sabah tatlı yemek de sevdaya dahil herhalde. Uykudan kalkıp bir fincan çorbayı kafaya dikerek
tatlıcıya gitmek biz Kiralıkçı’lara özel olsun. Gerçi ben, bir tatlı canavarı
olarak her zaman yiyebilirim de Ömer İplikçi şaşırttı bizi. Ama annesiyle olan
geçmişini ne güzel paylaştı hanımıyla. Bu kelime de en az tatlıyı iştahla
yiyişi kadar şaşırtıcıydı. Her şeyi o kadar güzel taşıyan bir adam ki Sinyor
İplikçi, hepsi ayrı ayrı yakışıyor ona. Hanım, enişte, baba, futbolcu ve daha
niceleri. Gerek o soğuk buz şelalesi halleri, gerek mahalledeki serserilikleri.
Ay keşke uzun zamanımız olsa da bunları doya doya duysak, doya doya yaşasak.
Ama finale ramak kala bile bölümün içinde o kadar az beraber oluyoruz ki. Bizi
yalnız çok sağlam harcadılar matmazel. Yeryüzüne daha bu kadar hızlı harcanan
bir kitle, bir daha gelmez bence. Hayat ağlamaklı bile değil, haykırmalık
kesinlikle.
Yazı devam ediyor..