İyi bir dizi izleyicisi sayılırım. Akşam eve gelince günün yorgunluğunu, sezon içinde seçtiğim bir iki dizi ile atmayı severim. Reyting savaşlarının kıran kırana sürdüğü televizyon dünyasında, herkese hitap eden farklı tarzda projeler vardır mutlaka. İşte benim seçtiğim diziler de, ister dram olsun isterse romantik komedi fark etmez, teması genellikle aşk ve gururdur. Aşkın, tarafların kendi duruşlarıyla yaşanmasına tanık olmayı severim ben. Karakterlerini kaybetmeden aşka boyun eğmelerini, yani kısaca evrilme süreçlerini izlemeyi.
Yukarıda anlattığım tanıma tıpatıp uymasına rağmen, yazın ekrana geldiği için tv de denk gelmediğim Kiralık Aşk'ı ise, çok sonra fark ettim. Ne zaman biliyor musunuz? Tam da 17. bölümün, o muhteşem final sahnesinde. Diziye bir an gözüm takılmıştı belki, ama oradan aldığım yoğun duyguyla uzun bir müddet öylece kalakaldım. Bölüm sonuydu ve ben o kısacık zamanda (tam da Kiralık Aşk'ın efsane sahnelerinden birinde) bilmediğim bir şeyin etkisi içine girmiştim. Ta ki bilgisayarı açıp, "bu nasıl bir dizi" diye bakana kadar. Üç gün içerisinde de tüm geçmiş bölümleri izlemiş ve o andan itibaren de tek kelimeyle bağımlısı olmuştum.
Ara ara, birçoğumuz gibi beni de hayal kırıklığına uğratsa da Kiralık Aşk'la bağım aynı duygu yoğunluğuyla hatta daha da güçlenerek devam etti. Bu bağla orada yaşanan her şeyi, birçoğumuz gibi ben de o kadar içselleştiriyordum ki, bölüm mutluysa yüzümde güller açarak izliyor, hüzünlüyse eğer dramın dibine vuruyordum.
İşte her cuma beni ve benim gibi binlerce KA gönüllüsünü ekranın karşısına mıh gibi çakan dizi, yer yer ayaklarımızı yerden keserken, yer yer de darmaduman etti. Bir sürü şey yaşandı ve biz de tüm bunları bir yandan aklımız ve duygularımızla uygun olan yerlere yerleştirmeye çalışırken, bir yandan da sosyal medyada birbirimizle paylaştık. Ve geldik 50. Bölüme, yani zurnanın zırt dediği o yere. Oyunla başlayan bir aşkın taraflarından birinin, belki de en büyük travmasıyla yüzleştiği ve tam da sevdiği kadına olan aşkını resmileştirdiği bir anda, yine sevdiği kadının tarafı olduğu başka bir oyunla karşı karşıya kaldığını anladığı o ana.
Ne kadar kaçarsak kaçalım hayat bizi yakalar. Hem de hiç ummadığımız bir zamanda. İşte Ömer’de kapalı tuttuğu kapılarını aşkın büyüsüyle Defne'ye açarken, aslında neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Tıpkı o kapıdan içeri korkuyla süzülen Defne'nin bilemediği gibi. Duygu yoğunluğunun tavan yaptığı bu aşkta, taraflar akla pek uğrayamadıklarından yeteri kadar iletişemiyorlar. Bizim karşıdan bütüne bakabildiğimiz için görebildiklerimizden bi haber, Defne'nin de dediği gibi hayatın araya girmesiyle yer yer bozguna uğruyorlardı. Ellerinde çiçekler, hayretle büyümüş gözler ve şaşkınlık içinde kalakalmış bir Ömer’le, hayal kırıklığına uğrattığı adama çaresizlik ve korku dolu gözlerle bakan bir Defne. Hayattan kaçamayan iki genç insanın, bizi çepeçevre saran ve içimize dert olan hikayesi.
Bu hikayede doğru yanlış aramıyorum; zaten neye ve kime göre doğru ve yanlış? Alınan yola bakıyorum. Başa gelen aşkla, araya giren hayat arasındaki süreçte taraflar arasındaki gelişme oranına. Yoksa bir bölüm Defne’ye hak verirken, diğer bölüm bütün hakları Ömer’e veriyorum. Bazen de her ne kadar Sinyor İplikçi karşı çıksa da, aynı anda her ikisine de kamyon kamyon hak veriyorum. Tarihteki yerlerini almak için harekete geçenlerin, tarih yazmaya başladıklarını gördüğümde kahkahalarla gülüyor, tarihi bir hata yaptıklarında ise onları affetmenin binbir türlü yollarını arıyorum.
Evet, durduğu yerden her daim fazlaca emin olan Sinyor İplikçi, aşkla araladığın kapılardan giren rüzgar, aslında hayatının diğer yerlerine de dokunmak üzere, her ne kadar keskin virajlarda yol almak için ayak diretsen de. Çünkü aşk da bir hizmetkar. Ve sevdiklerini kaybettiği için, kaybetmekten ölesiye korkan Defne. Durmaksızın boynuna sırdan bir halka daha geçirerek köşeye sıkışan ama hayata karşı gösterdiği cesareti aşka taşıyamayarak, kendini köleleştiren Defne. Karşındaki üzülmesin diye gerçeği gizleyerek attığın her adım, hem karşı tarafa hem de kendine açtığın bir yara aslında.
Biz, fedakarlığı bazen anlamından çıkararak, kraldan fazla kralcılık yapma noktasına taşırız. Birileri üzülmesin diye gerçekleri saklar, o kişinin hayatla ve kendiyle yüzleşmesini erteleriz. Belki de sakladığımız gerçek o kişi için dönüm noktası olacaktır. Attığımız iyi niyetli her adım, yüzleşmenin gecikmesini sağlayan bir engel olmaktan başka bir işe de yaramaz. İşte Defne'nin Ömer’e yaptığı tam da bu. Sakladığı sırla Ömer’i kandırıyor demiyorum. Çünkü Ömer Defne'nin kendisinden bir şeyler gizlediğini bile bile attı bu adımları. Ama gizlediğin gerçekler yüzünden, yeteri kadar kendin olamıyor, ilişkini hakkıyla yaşayamıyorsun. Tıpkı “neden hep aynı yerde takılı kalıyoruz” diye soran adama, cevabı bilmene rağmen açıkça cevap veremediğin gibi...
Sonuç; bizi Allahüekber dağlarından indirip, kör kuyulara atan o finale
gelirsek ki orası da hikayemiz gibi tam bir muamma. Niye mi? Cevap:
Birbirini seven iki insanın aynı anda haklı olmasına karşı, aynı anda
haklı olmanın mümkün olamaması.