"Korkular yönetir." Bu cümlenin nesnesini ne seçerseniz seçin, (insanları, hayatı, kadınları, erkekleri, çocukları, toplumu vb.) öznesi korku olan bir cümlenin yüklemi ne yazık ki çoğunlukla yönetmek / yönlendirmek oluyor. Korkular yönetir. Hepimizin korkuları var ve hayattaki duruşumuz adeta korkularımızın bir yansıması gibi. Nasıl biri olduğumuzu korkularımız belirliyor. Neden öyle davrandığımızın cevabı nelerden korktuğumuzda gizli. Kaybetmekten korkan biri hırçındır mesela. Sevilmemekten korkanlar hep biraz bencildir. Yükseklik korkusu olan biri sırtını yaslayacak bir duvar arar her zaman ya da tutunacak bir dal. Ben mesela, emniyet kemerini takmadan yola çıkmam, yamaç paraşütü Mars’a yolculukla eş değerdir. Güvenli alanım, vazgeçilmezimdir. Neyse, konu ben değilim elbette. Zaten yeterince örnek var önümüzde, korkulara ve korkuların yönlendirdiği hayatlara dair.
Süheyla Hanım mesela, değişimden çok korkuyor. Her şey hep bildiği gibi kalsın, bildiği yerde dursun istiyor. Başlarda oğlunun boşanmasına da pek sıcak bakmıyordu. Şimdi ise annelik iç güdüsüyle oğlunu ‘o kadın’dan korumayı daha öncelikli görüyor. Ama yine de düzeni bozulmasın istiyor. Gelini gitsin ama torunu Ceren o evde, yanında kalsın istiyor. Tıpkı porselenleri gibi tam takım, öylece yerinde dursun ailesi de... Ne kullanılsın, ne yeri değişsin. Ancak maalesef Bayram baba haklı, mecbur ‘evrimini tamamlayacak’ Süheyla Hanım. Eski gelininin yeni ‘mağarasına’ gidip sevmeye alışacak torununu. Süheyla da dedi zaten “Öğrenmeyip de ne yapacağım? Vura vura kafana, öğretiyor hayat!" Çok doğru. Ancak bir de ders almayan, öğrenmeyi reddedenler var. Bakınız: Zeynep.
“Alo, kimsin?” “Benim baba, Zeynep.” “Onu biliyorum da SEN KİMSİN?!”
Zeynep ile ilgili daha önce, kendini “sahip olduğu / olmadığı” şeyler üzerinden tanımlıyor demiştim. Kendisi tipik bir “sevilmeme korkusu”ndan mütevellit aşırı şımarıklık halini yansıtıyor uzun zamandır. İstediğini alınmadığında kendini yerlere atan çocuk misali hırsı hiç dinmiyor. Aksine her seferinde daha büyük ‘oynuyor’. Ama büyük oynamak demek doğru ele oynamak demek değildir. Cem pek de güvenilecek bir ortak değil bence. Gerçi aralarındaki ilişkinin temelinde güven olmasını da beklemek saçma. Kendilerinin de kabul ettiği gibi, ortak çıkarların birleştirdiği bir “ikili” onlar. En tehlikelisi yani.
Cem ile Melek’in arkadaşı Kemal’in tanışıyor olması, Melek’in arkasından yapılan planların Melek’in çalıştığı kafede yapılıyor olması işlerin çok yakında fena karışacağına işaret bence. Ancak şimdilik Zeynep ve Cem’in planları işliyor gibi görünüyor. Buna rağmen Zeynep’in Bayram Cevher’in elinden o köşkü alabilmesi çok olası gelmiyor bana. Hele de Süheyla Hanım'ın “başımızın üstünde dev bir çınar gibi” diye tarif ettiği, sığınağı gördüğü o köşk değil mi ki Bayram’a göre baba olmanın anlamı “ailesine mümkün olan en iyi şartları sağlamak”tır. Bayram Bey’in de olsa olsa tek korkusu kendince ‘iyi bir baba olamamak’tır. Tam da bu yüzden o kapıdan Zeynep’e ekmek çıkmaz. Kesin bilgi!
Sevilmeme korkusu deyince Zeynep’le kıyaslanmasa da Nilay’ı anmamak olmaz. Mahir’i Hülya’dan kıskanması onun açısında bakılınca gayet anlaşılır da 10 dakika önce boğazına bir bıçak dayanmışken “gecemi mahvetti” diye hala Hülya’nın varlığından dem vurması tam da Nilay şaşkınlığına yakışır türden oldu. Şaşırtmadı.
Süheyla, Zeynep, Bayram, Nilay derken hepsini saydık da peki Hülya? Hülya’nın korktuğu bir şey var mıdır sizce? Yüksekten korkmuyor. Yılandan korkmuyor. Faredir, böcektir, bunlar Hülya’nın elinde oyuncak zaten. Yoksa bizim gözü kara, savaşçı Hülya hiçbir şeyden korkmaz mı? Siz bu konu üzerine düşünürken ben cevabını vermeden önce biraz Kerim’den bahsetmek istiyorum.
“Ben seni tutuyorum Kerim, hiç korkacak bir şey yok”
Mahinur Ergun hikayesini anlatırken bize öyle güzel ipuçları veriyor ki o ipin ucundan tutup, oradan yola çıkıp sayfalarca yazmak, anlatmak işten değil.
Hadi geçmişe gidip Hülya’nın hatırladığı o küçük anılardan birine bakalım. Küçük Kerim bir ağacın tepesindedir. Bir köpekten kaçarken korkuyla tırmanmış ama geri inememiştir. Çözüm olarak itfaiyenin gelmesini, en azından bir merdiven olması gerektiğini düşünmektedir. Çaresizlik içinde beklerken belki de bir daha asla ağaca tırmanmayacağını hatta ormanda yürüyüşe bile çıkmayacağını söyler kendine. Sonra Hülya gelir. Kerim’e merdivene gerek olmadan nasıl kendi başına aşağıya inileceğini öğretir. “Sakın korkma, ben seni tutuyorum.” diyerek de destek olur, Kerim temkinli hareketlerle yere inerken.
Şimdi dönüp Hülya’ya bu anıyı hatırlatan konuşmanın birkaç dakika öncesine gidelim. Hülya’nın telefonu çalar. “M” kod adlı biri aramaktadır. Kerim bunu görür ve telefonu açar. Arayanın Mahir olduğunu anlayınca “bir daha Hülya’yı aramayacaksın.” diye çıkışır. Oysa Kerim daha sabah, kahvaltı masasında “insanların hayatlarına karışamaz, onlara ne yapıp yapmayacaklarını söyleyemezsiniz” dememiş miydi? Aynı gün akşam olmadan nasıl oldu da ters düştü kendine bu kadar? Telefonu kapattıktan saniyeler sonra farkına varıp kendine inanamadı. Nasıl da bu hale gelmişti? Az önce yürüyüşe çıkmamış mıydı kırlarda, ne ara bu ağacın tepesine çıkmıştı? Tıpkı o ağacın tepesinde kaldığında yaptığı gibi kırlara yani aşka, kalbine küsmeyi seçti yaptığını fark ettiğinde. Onu bu istemediği duruma sokan şeyin adını yakın ilişkiler koydu. Hatta Hülya koydu. “Hülya neler yaptırıyorsun bana!” tam da bunu anlatıyordu aslında.
Neyse ki biz gördük, biliyoruz hikayenin sonunu. Hülya öğretecek Kerim’e inişi yok sandığı o tepeden kendi kendine nasıl inebileceğini. Kalbine küsmesine gerek kalmadan, aşktan kaçmadan dolu dolu yaşayabileceğini. Ben Hülya’ya güveniyorum. Ve Kerim’e hoş geldin diyorum. Artık o da sevdiğini ‘kaybetmekten korkanlar kulübü’nün bir üyesi. Hülya seni tutacak Kerim, hiç korkacak bir şey yok.
Yazı devam ediyor..