Yaklaşık
iki yıl önce inanılması zor bir fısıltı gibi başlamıştı Hakan: Muhafız ( The Protector) süreci.
Önce Çağatay Ulusoy'un Netflix ile anlaştığı dedikodusu kulislere düştü.
Çağatay Ulusoy çok başarılı bir İçerde sürecinin sonuna
geliyordu ve nedense yerli firmalardan gelen dizi tekliflerini geri
çeviriyordu. Rivayete göre önemli bir prodüksiyon şirketi, sağlam bir projeyi Kanal eşliğinde, oyuncuya proje teklif etmiş ancak Ulusoy dizide rol almayı etmemişti. Bu dedikodu önce
üç-beş kişi arasında konuşuldu. Çağatay Ulusoy kariyer adımlarını dikkatli atan
bir oyuncuydu ve teklifi kabul etmemesi yüzünü dinlendirmek istemesine yorulmuştu.
Tam o zamanlarda durumdan huylanmaya başlamıştım. Zira Netflix lansmanı için
İstanbul'a gelen ve birebir röportaj yaptığım Reed Hastings'in gelecekte
gerçekleşeceğini müjdelediği ilk Türk dizisi ortaklığına dair verdiği
ortalama zamanlamayla, Ulusoy'un bu geri çekilme zamanlaması
çok denk düşüyordu. Çağatay Ulusoy'un da yüzünü dünyaya döndüğünü
biliyorduk. Elbette birkaç küçük sondajdan sonra asla resmi
olarak doğrulanmayan bilgilere ulaşmaya başladık. Evet, Netflix
doğrudan Çağatay Ulusoy ile sözleşme imzalamıştı ve ilk proje için uygun hikaye
bakılıyordu. Sonrası çorap söküğü gibi geldi! İpek Gökdel'in romanını Binnur
Karaevli Netflix'e götürdü. Netflix projeyi beğenince sıra yapımcı ortak bulmaya geldi ve Karaevli, Türk yapımcı olarak O3 Medya
ile anlaşarak yeniden Netflix'e gitti. İmzalar atıldı.. Gerisini biliyorsunuz..
Şimdi bu
yolculuktan iki yıl sonra ilk Netflix-Türk ortak yapımı dizisi Hakan:Muhafız 14
Aralık'ta bütün dünya ile aynı anda yayına girmeye hazırlanıyor. Sektörün
de seyirci kadar heyecanla beklediğiHakan Muhafız'ın ilk altı
bölümünü yayın öncesinde izledim. Baştan söylemeliyim ki türün meftunu
değilim. Bu nedenle türü yemiş yutmuş, hastası olmuş bir seyirci gibi derin eleştirilerde bulunamayacağım. Projeye bakışım biraz daha "milli
maç" kafasında olacak. Zira bu dizinin yapılabilmesini sektörel açılım
bağlamında önemsiyorum. Pek çok ilki barındıran, bizi eğiten, öğreten bir süreç
olmasını işin başarısından fazla önemsiyorum. Netflix de konuya
böyle bakmış olmalı ki ikinci sezonu müjdelemeden önce "Türkiye ile
ortaklığımız devam ediyor" mesajı vermek istedi ve hafta başı ikinci bir
proje için bu sefer de Beren Saat ile anlaştıklarını açıkladılar. Bunlar
cepte!
Başta da
söylediğim gibi bir hikaye ve diziyi eleştirmekten çok öncelikle sürecin özetini
yapmak, elde kalanlara bakmak, kâr- zarar hesabına dalmak istiyorum. Bu süreçten sektör ne kazandı, ne
kaybetti? Asıl cevaplanması gereken sorular bunlar bence. Bu güne kadar uluslararası deneyimi yaygın olarak140 dakikalık içeriği üçe bölerek satmak olan sektör, süreçten önceliklerin değerini, içeriğin önemini ve uluslararası işbirliğinin temel şartlarını öğrenecek. Yabancılarla
çalışma şartlarını, yerel hikayeleri global seviyeye taşımayı da... Hakan Muhafız ekibin her bir parçasıyla konuştuğumda ortak konu "çalışma şartları"
oldu. Uluslararası standartlarda çalışıldı, tavizsiz. 12 saat çekim yapıldı.
Ortalama 45-50 dakikalık bölümler çekildi.
İçerik üretimi elementlerinden adını duyup işlevini içselleştiremediğimiz "Show
Runner" kavramını kazandık. Nedir Show Runner? Bir projenin masa üstündeki
hazırlık aşamasından başlayıp yayına çıkacağı son ana kadarki tüm
hayati süreçlerine; rengine, dokusuna, diline, kokusuna karar veren ve tek
yetkilisi olan mutlaka senarist temelli bir geçmişten gelen "genel
müdür"ü olması hali diye özetleyelim. Uzun zaman sonra 45-50 dakikalık
bölümler yazma pratiği yaşandı. Kaldı ki bu süreç sektör alışkanlıklarımız
nedeniyle çok da başarılı idare edilemediği için projeye yabancı
bir "Şef" yazar atandı. Biz de genç yazar adaylarının artık ve mutlaka
İngilizce yazabilme yeteneğini kazanmaları gerektiğini öğrendik. Konuşmak
yetmiyor, yazabilmelisiniz de.. Yönetmenlerimizin "Bu benim dünyam"
demekten vazgeçip, "bizim dünyamız" demeyi öğrenecekleri bir devrin yaklaştığının sinyallerini gördük. Henüz bizim sektör için geçerli olmasa da yakın zamanda "kurucu yönetmen" kavramının göndeme geleceğini düşünüyorum. Aksi halde yılda bu kadar çok iş üretmek ve kaliteyi belli bir çizginin üzerinde tutmak mümkün olmayacak. Son olarak kıymetli oyuncularımızın uzun uzun bakışma planları sebebiyle kirlenen kabiliyetlerini hızla cilalamaları gerektiğini de öğrendik. Say say bitmez..
Hakan: Mufahız'a gelirsek.. Seride beni en etkileyen kısım Hakan'ın, kahraman
olma sürecinde plastik malzemesine müdahale edilmeden, yapay bir bedensel
değişim/evrim geçirmeden hayatına devam etmesi oldu. Açıkçası gömleği giydikten sonra
kaslarının irileştiği, fiziğinin değiştiği, tayt giymiş ya da maske takmış bir Hakan görmek istemediğimi
izlerken çok net anladım. İlk sezonun hikaye akışı Hakan'ın Muhafız olma sürecine
odaklanmış. Netflix sezonu planlarken "Ama siz de ilk kez fantastik
kurgu yapıyorsunuz" cümlesine sığınıp, potansiyel seyirci için de
sanki bu bir "ilk" olacakmış gibi ağır giden bir akış tasarlamış. Bu
bağlamda türün meraklısı olanlar olayların gelişimini biraz yavaş bulabilir. Ancak serinin bölüm finalleri gayet akıllıca
planlandığı için "diğer bölüme de bakayım" duygusuna geliyorsunuz.
Zaten 45 dakika, bizim için sorun değil; tık tık izleyiveriyorsunuz.
Fakat yaratılan
dünya da pek fantastik öğeler taşımadığı için
anlatılanlarla gösterilenlerin arasında bir uçurum hissediyorsunuz.
Zamansız bir hikaye izliyor gibi değilsiniz anlayacağınız. İşbu
haldeyken ne yalan söyleyeyim, İstanbul'u bekleyen ilk potansiyel tehlikeye "sadık
olanlar"ın tepkisi bende kekre bir gülümseme yarattı. Televizyonda dizi izler gibi başımıza
gelmeye hazırlanan doğa üstü tehlikeyi izlemeleri ve yaşlı teyzeler gibi yorum yapmaları; hikaye o
noktadan sonra sokağa çıkınca normal akan bir hayat göstermeleri
de beni o "fantastik" dünyadan kopardı. Arada kaldım. Misal
bir akşam televizyonda "Başımıza taş yağıyor" diye bir
haber izliyorsunuz. Halkla yapılan röportajlarda "Köyümüze döncez artıkın"
beyanı duyuyorsunuz ama size gösterilen hayat ferahfeza akıyor.. Sizi
kurtarmak için yıllarını fedakarlık yaparak geçiren "Sadıklar" da bön bön
televizyona bakıyor. Herhalde harekete geçmek için son dört bölümü bekliyorlar diyorum. İnsan kısa bir an için de olsa, "Ayol bunlar
bizi kurtaracaksa işimiz çok zor!" diyor. Neyse..
Söz
konusu İstanbul ise civarda "turistik" takılmak da 190 ülkede, 130 milyonu aşan seyirciye merhaba deme
potansiyeli olan bir seride kullanılması gereken doğru bir
strateji olabilir diyerek, sustum ve izlemeye devam ettim. Müzikler ise
zannımca işin en zayıf halkasıydı. Sahne ve hikaye için destekleyici birer
unsur olmasından ziyade birilerinin şahsi playlist'i gibi
kurgulanmıştı. The Revenant, Bird Man gibi Oscarlı filmlerde çalışmış Lynn Fainchtein bu müzikleri önermiş olamaz dedim, kendi kendime. Son tercihi yönetmenlere bıraktığını öğrenince de rahatladım..
Oyunculuklara
gelirsek; uzun yıllardır kamera deneyimi olanlar (Okan Yalabık,
Yurdaer Okur, Mehmet Kurtuluş, Mehmet Yılmaz Ak gibi) dışında nispeten "yeni"
olanlar karakter yaratma konusunda rüzgarda sallanan narin buğday
başakları gibi savruluyordu. Özellikle ilk üç bölümde.. Bunun biraz da reji
eksiği olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda Gökhan Tiryaki muhteşem bir seçim
olmuş. Denge unsuru yaratmış. Ancak hemen her planda, neredeyse sıfır hatayla
karakterini savunan bir Çağatay Ulusoy izledim, mutlu oldum. Hakan'a, onun korkularına,
kaygılarına, endişesine ya da cesaretine inandım. Muhafız olma yolunda
ilerlerken yaşadığı içsel yolculuğu izlemeye de bu sayede
katlandım. Mehmet Yılmaz Ak'ın yarattığı lezzetli karaktere hayran oldum. Hazar Ergüçlü de değişik bi karakter yaratayım hevesinden vazgeçtiği anlarda oldukça inandırıcı ve sıcak bir performans sergiliyordu. Herkesin ellerine sağlık!
Özetle; Hakan:
Muhafız'ın yolculuğu bizim için biraz da "Nasıl Süper Kahraman Olunur?"
dersi gibi kurgulanmış. Bu bir tercih ve bana da "vardır bir bildikleri"
demek dışında fazla laf düşmez.. Sektöre hayırlı, uğurlu olsun.. Sezonlarca sürsün, seyircisi bol olsun!
Hamiş: Söylemezsem olmaz. Benzer tür film ve dizilerde
milyon kere gördüğümüz “Gizli Döner Kapı/Duvar” numarasına akıl dolu yorumuyla adeta çağ
atlatan sanat yönetimine de selam olsun. Benzer örneklerinde o kapı ya 90
derece açılır ya da 360 derece döner. Aksini bilen gören beri gelsin.. Ahir
ömrümde ilk kez 180 derece dönen, hadi diyelim 180 derece döndü ama süper işlevsiz (Evet, dayı o lavabonun gider
boruları da boşta dönüyor. Hayır, Sadıklar o kafayla yüzyıllarca nasıl hayatta
ve gizli kalmayı başarmışlar; insan hayret ediyor!) bir gizli kapı/duvar icad etmek de bize
düştü. Çünkü Türqlük!