Geçen sene Blutv'de "ne izlesem" diye dolanırken,
Mad Men'de döktüren Elizabeth Moss'un kapak resminde olduğu bir dizi hemen dikkatimi çekti. Ama aklımı yitirip bir sezonunu tek günde bitireceğim, ilk sezon için Blutv organizasyonunda bir söyleşiye katılacağım, ikinci sezonu önden izlemek için Rana'ya yazı sözü vereceğim gibi bir harikalıkla karşılacağımdan habersizdim. Anlatılan hikayenin kuvvetine, sanki her an gerçekleşebilirmiş hissinin bunaltısına ve kalp sıkışmasına kendimi kaptırdım, ne yapayım ben tam bir distopyacıyım-çok seviyorum (delilik). Cehaletimi mazur görün, Margaret Atwood da hayatıma bu dizi sayesinde girdi. Hemen kitabını aldım ve tabii ki kendisini araştırmaya başladım (meraklısına not: Netflix'deki mini dizi Alias Grace de bir Margaret Atwood romanından uyarlama ve bu kez Margaret Hanım karşımıza executive producer olarak da çıkıyor).
Margaret Atwood'un Kanada'lı olduğunu öğrendiğimizde, dost meclislerinde "Margaret Hanım, siz dünyanın kalanını hasetten çatlatacak derecede medeni olan memleketinizde, ne sebeple böyle dertli oldunuz acaba?" diye sormadan edemedik ve merak, beraberinde cevapları da getirdi; sonuç olarak Margaret Atwood'un askerleriyiz! Atwood'un edebiyat geçmişi ile ilgili fikir beyan etme cüretinde bulunmayacağım, ama özgeçmişini araştırdığımda ilgimi en çok çeken şeylerden biraz bahsetmek istiyorum. Kanada şu an her ne kadar asap bozucu bir medeniyet seviyesinde olsa da, inanmazsınız ama Atwood'un gençliğinde yani edebiyat macerasına atıldığı 1960'ların başlarında, "Kanada'mız" da öyle kadınlara kucak açar bir durumda değil. Peki bu Margaret'ın umurunda mı? Tabii ki değil. "Cadı" denilerek katledilen büyük büyük annesinin etkisiyle en az pozitif bilimler kadar, tarot-astroloji gibi mistik ve ezotorik alanlarla olan ilgisi, Ulusal Af Örgüt için çalışan bir aktivist olması, 18 Kasım doğumlu bir akrep kadını olmasıyla (tıpkı ben!) ve tabii ki su götürmez feministliğiyle adeta minnak hayatımda hayali en yakın arkadaşım mertebesine ulaşmış, kendisine olan ilgim ve sevgim tavan yapmıştır.
78 yaşında, kariyerinde yepyeni bir sayfa açıp, dijital platformlarda romanlarından esinlenerek yapılan diziler aracılığıyla popüler kültürün radarına da giren Atwood, kalbimizde hiç sarsılmayacak bir yer edindi. Hep başımızın üstünde yeri olacak.
Gelelim dizimizin ikinci sezonuna, tanıtımı ilk izlediğimde muazzam ve çarpıcı görseli dışında kullanılan şarkıyı çok etkileyici buldum. Bu şarkı bir yerden tanıdıktı ama nereden? Hemen araştırdım ve klasik rock seven herkesin bileceği Buffalo Springfield'ın For What It's Worth şarkısının çok iyi bir coverı olduğunu anladığımda yüzümde bir tebessüm oluştu. Bence harika bir seçim çünkü şarkının hikayesi bize ikinci sezonun temasıyla ilgili çok fazla ipucu veriyor. Şarkının söz yazarı Stephen Stilla 1966 yılının sonlarında, Los Angeles'ın kaotik döneminde bir olaya şahit olur. O dönem Los Angeles için de çok gergin bir dönemdir, Sunset Bulvarı'nda çok şık butikler ve klüpler bir arada barınmaya çalışmakta, klüplere giden gençlerin sokakları sarması "elit" butik sahiplerini rahatsız etmektedir. Sonuç olarak yatırımcılar bu gençlerin her gün sokakları kaplamasının ticari bir kayba sebep olacağına ve Pandora's Box isimli klübün kapatılmasına karar verilir. Stilla tam da gençlerin bu klübün kapatılmasını protesto edişini üç otobüs dolusu silahları ve zırhlı kostümleriyle LA polisinin, adeta komandolar gibi, durdurmaya çalıştığı o an, arabasıyla oradan geçmektedir. Gördüğü şeyden çok etkilenir ve bu şarkıyı yazar. Şarkının sözlerine ve çevirisine internetten ulaşabilirsiniz ama bir kaç detay var ki; şarkı LA sınırlarını aşıp, o dönem Vietnam Savaşı'nın büyük etkisi altında olan Amerika'nın tamamının ruhunu yakalar. O sözler arasında tanıtımda kullanmayı tercih ettikleri kısım da şunlar; there's something happening here (burada bir şeyler oluyor), but what it is ain't exactly clear (ama tam olarak ne olduğu net değil) there is a man with a gun over there ( orada elinde silah olan bir adam var), telling me I got to beware (bana çok dikkatli olmamı söylüyor), I think it's time we stop .Children, what's that sound (bence durma zamanı.çocuklar! O ses ne?) Everybody look-what's going down? (herkes neler olduğuna bir baksın) ve tabii ki tüyler diken diken.
Artık ikinci sezonu delicesine izlemek istiyoruz, hazırız.
İkinci sezonunda Atwood'u da senarist kadrosuna ekleyen The Handmaid's Tale, kitaptaki karanlığı bize doya doya yansıtacağını ispatlayan iki yeni bölüm sundu. İlk sezonu June'un siyah bir minübüse bindirilip, büyük ihtimalle öldürülmeye götürülmesiyle son bulmuştu. İkinci sezonuna tam olarak kaldığı yerden devam ediyor ve özgürlüğünü kaybedip artık "damızlık" kadınlardan birine dönüşen, kendi ismini bile kullanma hakkı elinden alınmış, "Offred" diye çağırılan June'un geçmişiyle ilgili yeni bir çok bilgiyi de bizimle paylaşıyor. Nükleer savaşın ardından dramatik oranda düşen doğurganlık oranı ve türlü terör olayları bahane gösterilerek yapılan darbe sonucu kurulan, kadının hayat içindeki alanı gittikçe kısıtlanıp sonunda yok edilen bu yeni düzenin içinde ana karakterimiz June Osbourne'un (Elizabeth Moss) bu sezon gözündeki ifadenin çok farklı olduğunu fark etmemek mümkün değil. Bu ifadeden artık korkmaya bağışıklık kazanan karakterin kendi kimliğini geri kazanma mücadelesini izleyeceğimizin sinyallerini alıyoruz.
Aynı zamanda yeni sezonunda, bütün Offredler'in korkulu rüyası Aunt Lydia , Emily ve Serena'nın da geçmiş hikayelerine hakim olacağız.
Çarpıcı açılışıyla önce insanları korkuyla "terbiye eden" bir yönetim sisteminin sınırlarını sorgulatıp sonra korku yönetiminin hiç bir sınırı olmadığı-sömürülen topluluk hal-i hazırdaki korku düzeyine alışıp baş kaldırmaya başladığında çok daha gaddar yeni korku senaryolarıyla tekrar kontrol altına alındığı cevabını yüzümüze tokat gibi vuruyor. Seyircisini hikayedeki karakterlerin çaresizlik ve sıkışmışlık duygusuyla imtihan eden bölümler, bize böyle bir kapandan nasıl kurtulabilineceğini de sorgulatıyor. Dizinin bu kadar etkileyici olmasının temel sebeplerinden birinin, seyircisinde yaratmayı başardığı yoğun empati ve sordurduğu sorular... "Sen olsan ne yapardın?", "Sen olsan nasıl dayanırdın?", "Sen olsan....". Malesef henüz bir çıkış yolu bulamamış olmakla birlikte, June'a güveniyorum. Ve bu sezonun temelde bize "böyle büyük , nefes aldırmayan, boğucu ve sistemsel bir baskıya maruz kalsak nasıl kurtuluruz?" sorusunun cevabını vermesini bekliyorum.
Bu merak ve motivasyonla kalan bölümleri büyük bir heyecanla bekliyorum. The Handmaid's Tale'ın yeni sezonunu Blutv'den izleyebilirsiniz.
İyi seyirler, sevgiler.