"Politika vatana ihanetin bir adım öncesidir."

Amerika Birleşik Devletleri’nin çok gelişmiş, ileri demokrasisindeki taht oyunlarını ele alıyor House of Cards. Aslında Margaret Thatcher’ın ardından İngiltere başbakanlığı için verilen siyasî bir mücadeleyi anlatan bir İngiliz dizisinin Amerika’ya uyarlanmış hali.

Hikaye temelde ana karakterimiz Frank Underwood’un parti denetçiliğinden ABD başkanlığına uzanan yoldaki maceralarını ve bu yolun nasıl dikenlerle örülü olduğunu anlatıyor. Dizide pek çok stereotip görmek mümkün; kukla ABD başkanı, başkanın gizli kuklacıları, siyaset üzerinde nüfuz sahibi uyuşturucu ve/ya kumar baronları, siyasî cinayetler, cinayetleri işleyen karanlık sağ kol adamlar, medya tarafından pompalanan siyasetçiler, taht oyunlarına kurban giden siyasetçiler... Ne ararsanız var. Bu bakımdan biraz Muhteşem Süleyman’a benzemiyor değil. Bizi en çok çeken tarafı bu benzerlik bile olabilir.



Kevin Spacey’in canlandırdığı Frank Underwood tam bir şeytan. Hatta biraz daha fazlası, şeytana pabucunu ters giydirecek biri. Asıl amacı, hak ederek ya da etmeyerek, en kısa yoldan Amerikan Başkanı olmak. Bunun da İçişleri Bakanlığı’ndan geçtiğini düşünüyor. Hikaye, genel seçimler sonrası Frank beyefendinin İçişleri Bakanı yerine parti denetçisi yapılmasıyla başlıyor. Kukla başkan bir şekilde söz verdiği bakanlığı Frank’a vermeyerek alenen ayağını kaydırmış oluyor. Buna çok içerlenen Frank bey “yer misin, yemez misin?” edasıyla gözünü başkanlığa dikip, teker teker rakiplerini indirmeye başlıyor.

House of Cards iskambil kağıtlarından yapılan ev demek. Yani bir bakıma bu düzenin ne kadar zayıf, ne kadar kurmaca olduğunu anlatıyor. Büyük bir stratejiyle kursanız bile, bir düşmanınızın üflemesine bakıyor bütün emeğiniz. Aynı zamanda politikanın bir iskambil oyunundan farksız olduğunu vurguluyor. Gerçekten de, siyasetçilerin halk adına değil pozisyonları ve çıkarları adına hareket ettiklerini görüp... şaşırmıyorsunuz. Zira bu tarz siyasî skandallara ülkece epey alışığız. Dizide emeklilik yaşının tartışılması bütün çalışanları sokağa döken büyük bir skandala dönüşüyor fakat bizim bu tarz entrikalara karşı aşılarımız tam olduğu için biraz hafif kaldığını söyleyebiliriz. Yani siyasî entrika açısından özellikle Amerikan toplumu adına çok zihin açıcı bir dizi olsa da, biz o kısımları çerez niyetine geçip asıl ilgimizi çeken kim kimi öldürmüş, kimin kiminle ilişkisi varmış kısmına odaklanabiliyoruz.



Şaka bir yana, Kevin Spacey (Frank Underwood) ve Robin Wright (eşi, Claire Underwood) dizide o kadar sıradışı bir performans sergiliyorlar ki, politikanın çirkin yüzü bir reality show edasıyla yüzünüze çarpıyor; çarpmakla da kalmayıp rüyalarınıza giriyor. Frank Bey manipülatif karakteriyle satranç hamlelerini planlar gibi iki üç adım ötesini görerek hareket ediyor.

Önce kendi yerine seçilen İçişleri Bakanı’nı çeşitli ayak oyunlarıyla alt ediyor. Kendisi artık başkanlığa oynadığı için yerine söz geçirebileceği (yani manipüle edebileceği) birini İçişleri Bakanı tayin ettiriyor. Bu sırada, yeni Başkan Yardımcısı, eski Pensilvanya valisi (Ah o Pensilvanya yok mu, o Pensilvanya) olduğu için yeni bir vali seçilmesi gerekiyor. Frank Bey burada ikili oynayarak, daha önce ön plana çıkardığı Russo adındaki bir ayyaş siyasetçiyi desteklemeye başlıyor. Bir yandan da kuyusunu kazıyor ve nihayetinde seçimlerden hemen önce Russo’yu öldürüyor. Bu noktada Frank’ın soğukkanlılığı bizlere soğuk terler döktürse de kendisinin ilk vukuatı olmadığını anlıyoruz.



Velhasıl, Frank eski Pensilvanya Valisi, yeni Başkan Yardımcısı beyefendiyi çeşitli akıl oyunlarıyla, çaresiz kalmış Pensilvanya’ya dönmeye ikna ederek Başkan Yardımcılığı pozisyonunu kendi için boşaltıyor. Tam en sevdiği yemek olan kaburgaya dalar gibi başkan yardımcılığına dalacakken ABD Başkanı Frank’a Raymond Tusk adında bir milyoneri başkan yardımcısı yapmayı düşündüğünü söylüyor ve utanmadan bir de Frank’ın gidip Tusk’u yoklayıp göreve uygun olup olmadığını değerlendirmesini istiyor. Tabii Frank asıl mevzunun Tusk’un Frank’ı değerlendirmesi olduğunu kavramakta gecikmiyor. Meğer efendim neymiş, ABD Başkanı (kukla) ile Tusk (kuklacı) eski dostlarmış da, başkan Tusk’un nasihatlerini dinlermiş de, Frank’ı test etmesini istemiş. Frank “kimse sabrımızı test etmesin”den tutun, “herkes haddini bilecek”e kadar yayılan bir yelpazede çeşitli laflar ettikten sonra, bir kuklayı iki kuklacının oynatamayacağına karar verip Tusk’u düşman belliyor. Bu sırada da Tusk’un çıkarları kendi çıkarlarıyla örtüştüğü sürece beraber çalışabileceklerini söyleyip başkan yardımcılığı koltuğuna oturmayı başarıyor.

Dizinin ilk sezonu burada biterken bizim damağımızda siyasî entrikalardan çok Frank’ın şeytanî karakterinin tadı kalıyor. Burada hiç bahsetmesek de eşi Claire Frank’in bu hayattaki en büyük desteği olarak bu şeytanî planların içinde yer alıyor. Çiftin uzun zamandır seviyeli bir birlikteliği olmasına rağmen hiç romantik bir sahnede bir arada göremiyoruz. Onun yerine başka insanlarla aşklar yaşıyorlar; ki, bunlar da yine biz Türk seyircilerin utanarak ama bir yandan da merak ederek izlediği sahneler arasına giriyor.



Dizi ikinci sezona girerken artık Başkan Yardımcısı olan ana karakterimiz Frank’ın daha güçlü düşmanlarla savaşacağından emin oluyoruz. Bu noktada hem siyasî hem de şahsî entrikaların dozu bir miktar artıyor. Bir klişe olarak, ABD’nin başı bir dış düşmanla belaya giriyor, ki, bu da Doğu’nun büyüyen güçü Çinliler’den başkası değil. Meğer öğreniyoruz ki Çinliler Tusk ile çalışıyorlarmış; Tusk da başkanın partisine yaptığı bağışları Çinliler’den alıp, yerli (cidden, kızılderili -bir başka klişe-) kumarhane baronlarından geçirip yapıyormuş. Bizim çakal Frank durur mu, hepsini birbirine düşürüyor. Hem Tusk’un başkanın gözündeki itibarını zedeliyor, hem de başkanı zor durumda bırakıyor. Bu sırada Claire, First Lady’den Başkan'la olan evliliklerinin pek iyi gitmediğini öğrenip onlara bir terapi öneriyor ve çift gizli gizli terapiye gidiyor. Tabii koskoca ABD Başkanı’nın evlilik hayatının zorda olduğunun ortaya çıkması halkın gözünde itibarını son derece zedeler, değil mi? Frank bunu da kendi çıkarları için kullanıp Çinliler’le olan krizde araya sokuşturuyor ve en nihayetinde ne siyasî krizleri, ne de şahsî sorunları yönetmeyi beceremeyen yorgun ve yalnız Başkan yerini Frank’a bırakmak üzere istifa ediyor.

Dizinin şimdiye kadar yayınlanmış iki sezonunun hikayesi böyle. Tabii ki anlatarak tadını kaçırmak istemediğim onlarca detay, akıl oyunu, aşk oyunu ve entrika mevcut. İki sezon boyunca ahlak, vicdan, ar, kanun gözetmeden önüne çıkan rakibini yiyen bir adamın tek adamlığa nasıl yükseldiğinin hikayesini ibretle takip ediyoruz. Dizinin üçüncü sezonu önümüzdeki Şubat’ta yayınlanacak ve muhtemelen Frank’in ABD başkanı olarak dünya liderliği boyunca yaşayacağı mücadeleleri anlatacak. Burada en büyük problem aptal siyasetçiler değil, önceki sezonlarda öldürdüğü insanların, Frank’tan şüphelenen eşleri dostları olacak gibi duruyor. Yine şiddetin, vahşetin ve entrikanın seviyesinin artırılacağı bir sezon izleyeceğimiz kesin.



Geriye dönüp baktığımızda pek çok vurucu sahne gözümüze çarpıyor. Frank’ın sahneden kopup, biz izleyicilere dönerek anlattıkları; mantık evliliğinin en uç örneklerini yansıtan, eşi Claire’yle olan vukuatları; Claire’nin dertlenip gençlik aşkı Adam Galloway’a dönmesi; Frank’ın lise mezunları buluşmasında eski tayfasıyla liseli bir gece geçirmesi ve dahi biseksüel olduğunun ortaya çıkması ve daha sonra bunun koruması, eşi ve kendisi arasında bir ilişki şeklinde tekrar dışavurumu; gözünü kırpmadan, vahşice insanları öldürmesi... Hikaye, karakterler ve yan karakterler o kadar ince ve gerçekçi işleniyor ki izlediğiniz her sahneye hayran kalmamak mümkün değil.

Bunun yanı sıra pek ilgi görmeyip vazgeçildiği anlaşılan bir iki yan hikaye denemesi de yok değil. Claire’nin eski çalışanıyla olan davası, Doug’un kullandığı (klişe) Hacker’ın yakarışları, (klişe) kiliselerin kimsesizleri toplaması, Frank’ın en sevdiği Kaburgacı'nın oğluyla olan acıklı hikayesi gibi arafta kalan konular sessizce bir kenara bırakılmış gözüküyor. Ya da senaristlerin, tabağındaki taht oyunlarını bitiremeyen izleyicinin odağını bozmak istemediklerini de söyleyebiliriz.

House of Cards’ın üçüncü sezonu için bir hazırlık olması adına yazdığım bu yazıyı Frank Bey'in şu ağır aforizmasıyla bitirmek isterim: “Politika vatana ihanetin bir adım öncesidir.”



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER