● Görülüyor ki HBO ile aranızda güçlü bir ilişki var. Bu nasıl oldu?
The Leftovers konusunda çok güzel bir deneyim yaşadım ve Mrs. Fletcher'ı bitirdim ve televizyona geri dönmek istediğimi biliyordum. Başkasına gitmek zorunda değildim, 'hadi HBO'ya gidelim' dedim. Farklı olan şey, bir saatlik drama ve yarım saatlik bir komedi formatları arasında büyük bir uçurum var ama bunu umursamıyorum. (Güler) The Leftovers’da çok karanlık unsurlar olsa da, arada komedi unsurları da vardı ama bir drama olduğu açıkça ortaydı ama Mrs. Fletcher bir drama diyebilirim. Ama sadece yarım saat. Bu yüzden de HBO’da farklı insanlarla çalıştım. Gerçi çoğunlukla Amy Gravitt’le (HBO programlamada Genel Müdür Yardımcısı) çalıştık. Uzun bir süre ikimiz bir araya geldik, diziden bahsettik, pilot senaryo üzerinde çalıştık, fikir alışverişi yaptık. Normalde televizyonda bir sürü farklı programlamacı olunca, bir sürü farklı toplantıya girersin ama bu iş yağ gibi aktı. HBO ile toplantı yaptık ve ' hadi yapalım’ dedik.
● Yalnız çalışmaya alışmış bir yazar için bir grup yazarla aynı odada olmak nasıl bir şey?
Aşırı derecede acı verici olabiliyor. (Güler) Ama şimdi diziyi izlediğimde, başkalarından çıkmış harika replikler görüyorum ve o başka seslerin ve farklı bakış açılarının diziyi kesinlikle zenginleştirdiğini görüyorum. Bu bir iç argüman gibi bir şeyi, dış argümana dönüştürüyor. Sadece kendinizle tartıştığınızda, herkes birbirini çok sever ve diğer insanlar bir engel gibi görünür ve işler karışır. Her yazar size, bütün günü masa başında geçirmenin stresli olabileceğini söyler. Bazı günler bir kâbus gibi gelir. Bazı günler de muhteşem bir histir. Ve tüm bunlar, yazarlar odasında, başkalarının varlığıyla kat kat artar. Bazen önemli olan, yaratıcı fikirler değil, biriyle tartışmak oluyor.
●Her zaman sette olmaktan hoşlanıyor musunuz?Bu çok ilginç bir deneyim çünkü sette lider konumdayım, ancak yönetmen Nicole Holofcener ve o bir efsane. Ayrıca başrolde son 20 yıldır bu işi yapan ve mükemmel olan Kathryn Hahn var. Benden çok daha fazlasını bilen insanlara liderlik ediyorum, bu yüzden lider olarak işimin bir parçası ne zaman karışmayacağımı bilmek. Ama diğer zamanlarda ‘böyle olmasını istiyorum ' demek zorundayım. Yani bu kısmı karmaşık. Bir romancı için tüm bunlar iç çatışmalardır. Nihayetinde kitabı yazarsınız bir editöre gösterirsiniz ve önerileri alırsınız. Ancak her zaman ‘bu sizin kitabınız ' hissi vardır. 'Kitabı en iyi şekilde yazarsınız, editör önerilerde bulunabilir ama nihayetinde kitabın üzerinde sizin adınız vardır ve telif hakkı sizindir. Ama bence TV’de iş yapmak çok daha işbirliği isteyen bir girişim ve aklı selim düşünebildiğim zamanlarda bunu kabullenebiliyorum Ve bu, kariyerimin bu noktasında yöneldiğim bir şey.
● Kalben ilk önce bir romancı mısınız?
Evet, öyleyim. Ve insanların şu anda kullandığı bu ‘fikri mülkiyet ' gibi terimlerle konuşmaktan nefret ediyorum. Ama hepsini daha büyük ve tamamen kariyer anlamında tek olarak görüyorum. Mesela, Election kitabım, filmi gibi bir ses getirmedi. İkonik, kültürel bir varlık haline gelemedi. Sebebi ne olursa olsun kitaplarım iyi satış yapıyor ve bir ünüm var o alanda ama filmler ve diziler kitapların profilini gerçekten yükseltti.
●Yazarlar eserlerinin ekrana uyarlanma şeklinden çoğu zaman memnun kalmazlar. Siz aksini söyleyebilirsiniz belki ama eserleriniz, hem film hem de televizyon tarafından çok iyi ele alınmış gibi görünüyor. Böyle mi hissediyorsunuz?Kesinlikle. Belki de bu bir kazaydı, belki de şanstı ya da belki de uyarlanmaya yön veren esere has bir şeydir ama Alexander Payne Election’ı yaptı ve o bizim neslimizin en büyük film yapımcılarından biri. Todd Field Little Children’ı yaptı ve ondan beri yeni bir iş çıkarmadı ama bence iki filmi de harikaydı. Ayrıca The Leftovers’da Damon Lindelof ile çalışacak kadar şanslıydım ve kendine has bir tarzı olan usta bir yapımcı. Bu yüzden, bir film yazarı olmayı öğrenmeye çalışan bir roman yazarıymışım gibi hissediyorum kendimi.
● Mrs. Fletcher’da ele aldığınız konuları konuşalım. Sizin için bu nasıl başladı?
Başarılı bulunan her kitabımın merkezinde iki fikir var. Bir fikrin bir roman için asla yeterli olmadığını; mutlaka birbirine bağlı olmayan, birbirine sürtünen iki fikir olduğunu düşünüyorum. Bu kitabın otobiyografik yönü, çocuklarımın üniversiteye gitmesiydi ve bunun bir dönemin sonu olduğunu hissettim. Aniden bir şeyler bitti ve hayatımda yeni bir şey için için yer açtı. O yeni bir şey de televizyonda çalışmaktı. Ama asıl önemli olan o, “hey, henüz ölmedim” ve “kendimi yeniden keşfetmek için daha zaman var” duygusuydu. Benim için, kişisel hayatım açısından değil, daha çok üzerinde durduğum sanatsal bir şeydi. Ayrıca, kuşağımın kadınlarıyla ve hatırladığımdan beri var olan bu feminist devrimle nasıl başa çıktıklarıyla ilgileniyordum. Ve bunun en saf duygusu ‘sen boşanmış bir kadınsın, bir çocuğun var ve o üniversiteye gidiyor ve şimdi yalnızsın ve yeni bir şey için hazırsın.’ Yani bu hikayenin otobiyografik rotasıydı. Ve seksin yarattığı kaosun da farkındaydım. Bu, MeToo hareketinden önceydi. Kampüste cinsel saldırılarla ilgili haberler vardı ve pornoyla ilgileniyordum. Little Children’da altta işlenen bir porno konusu vardı ve bunun bizim cinselliğimiz için manasını anlamaya çalışıyorum hâlâ. İnsan cinselliğiyle ilgili herkesin elinin altında muazzam bir bilgi birikimi var ve bu, devamlı evrilen, denetimsiz, kaotik bir dünya. Cinsel hazzın çok etkili simgeleri var ve aynı zamanda da çok korkutucu, dehşet verici bir istismar çukuru var. Cinselliğimizi şekillendiren muazzam miktarda malzeme var ve bunun hakkında konuşmak istemiyoruz. Bunun hakkında konuşan çeşitli insanlar olduğunu biliyorum. Ve bu konuda açıkça ahlaki bir şekilde konuşabilirsiniz. Ama ben polemik bir tavır almakla ilgilenmiyorum; porno iyi mi kötü mü? Porno var olan bir şey ve kitabımdaki delikanlının hayatını şekillendiriyor. Aynı zamanda Bayan Fletcher'ın cinselliğini geri kazanması ve kendini keşfetmesinde ilham kaynağı oldu.
● Porno hakkında çok fazla konuşmasak bile, erkeklerin çoğunlukla porno izledikleri ve kadınların çoğunlukla bunu yapmadığı gibi genel bir varsayım var. Bu yüzden hikayenizin kalbinde bir kadın, Eve Fletcher’ın olması çok ilginç. Neden?
Kimsenin porno izleyen orta yaşlı bir adam hakkında bir hikayeyle ilgileneceğini sanmıyorum. Bunu kimse izlemek istemez. (Güler) Bence seks çok bulanık bir şey. Zihnimizin bir kısmı onu kontrol etmek istiyor ve kültürümüz onu kontrol etmek istiyor ama aynı zamanda da dengeleri bozan bir şey. Cinsel devrimin en iyi kısmı ‘herkes zevk hakkına sahiptir ' denmesiydi. Ve bence bu, LGBTQ haklarının gerçekleşmesi için yer açtı. ‘Neden eşcinsel insanlar cinsel zevk almasın ki?’ Bunu bir insan hakkı olarak gördüğünüzde insanların cevap vermesi gereken bir soru haline geldi. Bu yüzden cinsel devrimden birçok genişlemiş özgürlüklerin çıktığını düşünüyorum. Ama feministler pornonun kadınları nesnelleştirdiğini ve bazen de aşağıladığına inanıyor ve Peggy Orenstein, Girls & Sex: Navigating the Complicated New Landscape adlı kitabında bundan bahsediyor. Bir sürü genç kız, cinselliği porno ile öğrenmiş erkeklerle ilk ilişkilerini yaşıyor bunun farkındayım.
Bence kampüslerde iki vizyon çatışıyor artık. Bir açıdan seksi, bir bakıma bağnazca kontrol etmeye çalışan ve karşılıklı rıza olmalı, karşılıklı zevk alınmalı denen bir taraf var. Sonra bir de azılı “Git ve istediğini elde et. Herkes böyle istiyor ve böyle olmalı” diye düşünün yer altı dünyası var. “Kız bayıldı, yalvarıyordu âdeta” diyen. Bence bu cinsel hayatımızda bilişsel bir uyumsuzluk yaratıyor ve kitapta birçok seviyede bunu çözmeye çalışıyoruz. Bunu dizide de yapmaya çalıştık. Bence ilginç olan şeylerden biri, Bayan Fletcher’ın iki olası partnerleri. Biri, Julian (Owen Teague) 19 yaşındaki bir kadınla ilgilenen orta yaşlı bir adam olsaydı insanlar “Hop! Bu hikâyeyi anlatamazsın” derdi. Bir diğer mesele de yanında çalışan elemanı. (Katie Kershaw’ın oynadığı Amanda) Ve patronun çalışanıyla ilişki yaşamasını anlatırsan, bu da doğru olmaz. Ama yine de Mrs. Fletcher’da, bu kadını izliyorsunuz ve sapıkça gelmiyor. Yani o ahlaki yargılarımızı askıya almış oluyoruz. Bence bu çok ilginç bir şey ve bunu anlamaya çalışıyorum çünkü bence tutku çok azılı bir şey ve bu da güzelliğinin bir parçası ama kontrolsüz tutku bizi bir kaosa sokabilir.
● Kathryn Hahn'ı daha önce belirli bir rolde gördünüz mü, Bayan Fletcher için mükemmel olacağını düşündürdü mü?
Afternoon Delight filmini izlediniz mi? Bunu izleyin, çünkü bu Jill Soloway’in (yönetmen) beni gerçekten düşündüren bir filmiydi. Bir LA banliyö annesini oynuyor ve sorunlu bir genç kadın striptizciyi evine davet etmesi ile başlayan olayları konu alan bir hikayeyi anlatıyor. Kathryn, anneyi oynuyor ve çok cesur bir performans sergiliyor. Bu film aklımdan hiç çıkmadı çünkü keşfetmeye çalıştığım dünyanın bir parçasıydı. Kathryn bir konuda çok başarılı... Dizide sorun olacağını düşündüğüm bir unsur vardı. Çünkü nihayetinde hikayem porno izleyen bir kadın hakkında. Ve kişi bunu yaparken yalnızdır ve yalnız görmek istediğimiz biri olmalıdır. Matlık hissi vermeden hikâye anlatabilecek biri. Ve bence onun için hayatı çok görünür. Daha doğrusu karakterlerinin hayatları görünür.
● Rolü üstlenme konusunda endişeli miydi?
Bunu ona sormalısınız. Ama benim hissim, rolü kabul eder etmez, bir korku yaşamadığı hatta bizi zorladığı yönündeydi. Korkusuzdu ve anlatmaya çalıştığımız hikâyenin sınırlarını zorlamak istiyordu ve buna bayıldım. #MeToo Hareketi'nin zirvesindeydik, o zaman öyküyü bir araya getirmeye başlamıştık. Ve erkek yapımcı olmak için ilginç bir dönemdi. Adımlarımı hep ona göre attım ve bence ilginç bir işbirliği oldu. Bir romancı olarak, bu karakteri yarattım, bu karakteri biliyorum, ama bu karaktere Kathryn can veriyordu ve Kathryn'in o an ne hissettiğini bilmek benim için gerçekten önemliydi. Ve gerçekten hikayede büyük bir işbirliğine dayanan rol üstlendi. O çok iyi.
● Bir keresinde bütün güzel hikayelerin tam kalbinde ahlaki bir soru olduğunu söylediniz. Bunun kalbinde ne olduğunu söylersiniz?
Bu çok iyi bir soru. Biraz önce arzuların azılı olmasından bahsederken, dizinin keşfetmeye çalıştığı şey buydu bence. Kültürün, azılı arzuya karşı tedirgin olmaya başladığı bir an. Lisa Taddeo yakın zamanda Üç Kadın adlı harika bir kitap çıkardı ve kitap çok ilginç çünkü bana Bayan Fletcher'da anlattığımız hikayeyi hatırlatıyor. Arzuların ele geçirdiği kadınlar hakkında. Bu bir tür saplantıya dönüşüyor ve yaşamlarında yıkıcı bir güç haline geldiğini hissediyorlar ama aynı zamanda kendilerini canlı hissettiren tek şey.
● Fletcher'ın oğlunu porno izlediğini duymasından sonra bir sahne var.
Bayan Fletcher oğlunun seksle ilgili konuşmalarını duyar kapının öteki tarafından.
● Ve ona arabada kadınlara nasıl davranması gerektiği hakkında bir ders verir. Sonra hikaye ilerlediğinde onun da porno izlediğini görüyoruz. Hikayenizin merkezinde ilginç bir paralellik oluyor, öyle değil mi?
Evet. Ben küçükken kendilerini çok saf gören ahlak bekçileri vardı. Ve bence toplumumuzun boğuştuğu konulardan biri olan, rahiplerin çocukları istismar etmesi var. Bence kendini ahlak timsali olarak göstermeye çalışan herkesin düşüşü çok sert olur. Bence mesele Eve’in kendini ahlak timsali olarak göstermesinden çok başka bir şey. Onun için çatışma, kendini porno dünyasının çekimine kaptırmış olması. Oğlunun hayatını mahvettiğini gördüğü bir dünya. Ama kendisi bunu yaptığında hayatındaki bazı boşlukları dolduruyor. İnsanlar ahlaki anlamlarıyla çelişen şeyleri yaptıklarında benim için bir karakterin gerçekten ilginç hale geldiği an budur.
● Bir keresinde, kahraman karakterler yaratmakla ilgilenmediğinizi ve sıradan insanlara ve onların hayatlarına ilgi duyduğunuzu söylediniz. Sizce bu, çalışmalarınızın bir özelliği mi?
Evet. Okullar, huzurevleri, aileler ve spor takımları gibi çok sıradan yerlere bakarak, gerçekten önemli ahlaki keşiflerin ve kişisel yolculukların ortasında olduğunu düşündüğüm karakterleri bulabiliyorum. İlk bakışta sıkıcı görünebilecek insanları. Bu benim yazar olarak gerçek hayatta her zaman yaptığım bir şey; Bazı insanlar sıkıcı ama içimdeki yazar, hikayenin nerede olduğunu bulabilirsem onların sıkıcı olmadığını gösterebilirim diyor.
● Sinemada ve televizyonda çizgi roman “süper kahramanlarının” egemen olduğu bir devirde sıradan insanlar hakkında yazmanız ilginç. Uzun soluklu televizyon işlerinin bu tür bir hikaye anlatımı için en iyi yaratıcı ortamı sağladığına inanıyor musunuz?
İnanıyorum ve geçen gün bunu düşünüyordum. 1990'ların Bağımsız sinema devrimi gerçekleştiğinde filmle ilgileniyordum ve anlatmak istediğim hikayeleri Richard Linklater, Steven Soderbergh ve Spike Lee'nin filmlerinde görüyordum. Hollywood’da yaptığım iş için bir yer var gibiydi. Sonra Alexander Payne bir filmimi yaptı. Sonra The Sopranos'u ve Mad Men'i izledim ve şimdi düşünüyorum da, bu hikayeleri burada anlatabilirsiniz. 'Kariyerimin, benim de anlatmak istediğim çok zor hikayeler ve olası fenomenlerin olduğu bu zamanlara denk geldiği için çok şanslı hissettim. Ve tabii ki 1970'lerden çıktım ve Hollywood'un gerçekten karanlık, ahlaki açıdan karmaşık filmler yaptığı başka bir andı. Top Gun ve Rambo'nun ortaya çıktığı bir dönemdi ve bir tür basit ahlaka döndüğümüz 1980'lerde o an ihanete uğradım. Ve ne yazık ki süper kahraman olayı hakkında böyle hissediyorum. Bu filmleri her zaman oldukça içi boş olarak nitelendiriyorum.
● Mrs. Fletcher'ın ikinci sezonu olabilir mi?
Bu esaslı bir soru (gülüyor). Biz bütün hikayeyi anlattığımızı düşünüyoruz ve bu işi tamamlanmış olarak görüyoruz.
● Peki sizin için sırada ne var?
Geçen bir buçuk yıl Mrs. Fletcher beni çok yordu. Artık genç değilim ve uzun bir yıl oldu ve şimdi rahatlamaya başladım ve dizi başladıktan sonra biraz sessiz kalmak istiyorum. Ve yazmak istediğim bir kitabım var.
● Buna mı konsantre olacaksınız?
Yıllarca bir kitap yazmaya odaklandım ve sonra onu uyarlamaya çalışacağım uzun metrajlı film üzerinde çalıştım. Todd Field ve ben Little Children’ın taslaklarını yazdık ve sonra o devraldı. Film prodüksiyona girdi ve rolüm bitti. Ama TV çok daha zaman alan bir iş ve beni roman yazmaktan biraz uzaklaştırmıştı. The Leftovers zamanından beri, yedi ya da sekiz yıl kadar. Sonrasında Bayan Fletcher'ı yazdım ve şimdi bir taneye daha başlamalıyım.