Ozan Akbaba: EDHO, sektörün çok iyi değerlendirmesi gereken bir proje

Ozan Akbaba: EDHO, sektörün çok iyi değerlendirmesi gereken bir proje
Her kim “Önyargılarımızdan sıyrılalım” derse bilin ki bu, onun için neredeyse ütopik bir durumdur. Evet, belki kamu spotu gibi ben de bu cümleyi çok kuruyorum ama ortada bir gerçek var ki özellikle tanımadığınız bir insan söz konusuysa ister istemez az çok bir izlenim ediniyorsunuz ona dair ve o, bir bakmışsınız önyargı oluyor. Menajerlik ofisi Icon’a sağlam İstanbul trafiğinden kurtulmuş koşturarak giderken Ozan Akbaba için de belirgin bir önyargıya sahiptim. Onunla karşılıklı geçip sohbet etmeye başladığım ana kadar “Kesin kelimeleri ağzından cımbızla alacağım. Büyük ihtimalle aklıma gelen birkaç soruyu belki sormam bile. Bence az ve öz konuşur” gibi düşünceler konuşuyordu kafamda. Fakat fotoğraf çekiminin ardından en demlisinden çayları alıp röportaja geçtiğimizde ilk sorunun cevabını almamla beraber derin bir oh çekmiş ve başta belirttiğim kamu spotu sanki karşımda neon tabela gibi duruyordu. Öyle ki Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’da İlyas karakterini, incelikle işleyen ve minimal oyunculuğuyla onu Marsilya’nın yeraltı dünyasından çıkmış birine dönüştüren Ozan Akbaba’yı daha önce tanıdığıma yemin edebilirdim. İlyas’ın kafasının içine dalıp Kars’ın şiirsel atmosferinde soluklandığımız, yakın dönem Türk Sineması’na uzanıp ardından “Senaryo Ozan Akbaba” ibaresini göreceğimiz filmin vizyon zamanı üzerine tahmin yürüttüğümüz, su gibi akan bir sohbet oldu. Sonucunda size de salının hükümdarı EDHO’nun İlyas’ını daha yakından tanıyacağınız bir röportaj kaldı. Noktayı koymadan buradan Ozan Akbaba’ya selam olsun der, bir dahaki sefere kendisini şarkı söyletmeden bırakmaya niyetimin olmadığını da belirtirim.

 Ozan Akbaba'dan en minimalinden bir mayfa elemanı yorumu izliyoruz

● Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’daki İlyas’la üç sezondur ekranın en vakur psikopatı olarak tanımlanabilecek karakterine hayat veriyorsunuz. İlyas’ı ilk okuduğunuzda siz onu nasıl yorumlamıştınız?
Klişe bir yorumla başlayacağım ama İlyas’ı kağıt üstünde okuduğumda verdiğim ilk tepki, “Birçok oyuncunun oynamak isteyeceği bir karakter bana verildi” olmuştu. Raci Şaşmaz ve Bahadır Özdener, gerçekten tasarlama, yazma ve yaratma konusunda muazzam iki isim. Yarattıkları karakterleri çok güzel hikayeler arasında dolaştırıyorlar. Ve hiçbiri bir an bile tökezlemiyor hikayesel açıdan. Bu arada aslında ilk olarak İlyas’ın azılı düşmanı Mahmut için konuşmuştuk. Ancak sonra İlyas olduğum haberini aldım (gülüyor.) Hayal etseniz çok hoşunuza giden bir karakter ve onun dünyasını sadece izleyeceğinizi düşünürken bir gün uyanıyorsunuz size emanet edilmiş. Bu benim için gerçekten çok büyük bir gururdu. Üç sezondur İlyas’ı sonsuz keyifle sırtlanıyorum.
 
● İlyas’la birlikte siz de üç yıldır bir yolculuktasınız aslında. Oyuncular bu yolculuklarda yeri geldiğinde karakterlerinin çıkmaz sokaklara girdiğinden veya virajı alamadıklarından dem vururlar. İlyas için de böyle durumlar yaşadınız mı?
Bu dedikleriniz açısından İlyas çok emin ellerde. Bence Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ı diğer dizilerden ayıran en önemli unsur dizi başladığında tüm karakterlerin özü ne ise, şu anda da bunu korumaları. Özümüz aynı olsa da hepimiz sürekli değişim halindeyiz. Bu nedenle sadece İlyas değil; Hızır, Meryem, Alpaslan ve diğer herkes değişiyor. Ancak hiçbiri çizgisinden şaşmıyor. Bence Raci Abi ve Bahadır Abi, işte bu yüzden gerçekten büyük yetenekler. Çok uzun zamandır sektörde olmalarına rağmen hala büyük bir hevesle, sadece bu işi yapmanın onlara verdiği zevkle yollarına devam ediyorlar. Bu nedenle de EDHO’yu çok rayında götürüyorlar. Sadece ben değil, tüm oyuncu arkadaşlarım çok rahat. Heyecanla bekliyoruz yeni bölüm senaryosunu.
 
● EDHO, tam bir “ensemble” (topluluk) işi. Cast anlamında The Sopranos’tan aşina olduğumuz bir modele sahip. Başrol ve yan rol gibi bir ayrım yok neredeyse.
EDHO, sektörün çok iyi değerlendirmesi gereken bir proje. Dediğiniz gibi ana ve yan cast ayrımı yok. Başarıyı yakalamasında bu faktörün etkisi büyük. Sektör bence bunu iyi yorumlamalı. Sadece başrole yazılan bir işten bahsetmiyoruz. Aslında diğer oyunculara da çok fazla yükleniliyor çünkü “başrol” oyuncularını çok rahatlıkla taşıyor her biri.
 
● Dizinin kadınları her ne kadar güçlü, kendi ayakları üstünde duran bireyler olsa da aslında ataerkil bir dünya hakim EDHO’da. Ancak buna rağmen kadın izleyiciler ağırlıkta. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Ataerkil bir dünya evet ama günün sonunda bu adamlar evlerine geri dönüyorlar. Ve evlerinde kadınları, eşleri ve kızlarıyla iletişim halindeler devamlı. Kadınların dünya üzerinde soyutlanabilecekleri hiçbir konu yok bence. EDHO, garip bir şekilde kadınlara hiç dokunmadan onların dünyasına girebilen bir dizi. Erkek izleyiciler daha çok aksiyon konusunda heyecanlı ama kadınlar hem aksiyonu seviyorlar hem de erkeklerin kendi aralarında çevirdikleri dolapları izlemekten keyif alıyorlar. Mizah sosu olan bir iş EDHO. Bunlarla birlikte dizide günün sonunda adamlar fark ediyorlar ki bir kadın için yaşamış oluyorlar. Mesela baş karakter Hızır; dünyasında Meryem’den başka kimse yok ve olamaz da. Bu taraftan bakınca galeride “sert” adamların konuştuğu çoğu şey günün sonunda şuraya geliyor: “Eeee... Yengeme ne diyeceksin?”. İş güzel olunca, erkek ve kadın ayrımı çok doğru yapıldığında, yazılanlar da çok iyi olduğunda iş tadından yenmez hale geliyor.

 

● Dizide sizin de deyiminizle bu kadar “sert” adam var ve her biriniz de alaborada sağ çıkmaya çalışmasına rağmen durgun denizdeymişçesine minimal oynuyorsunuz.
Bu tür adamlarla gerçek hayatta karşılaştınız mı bilmiyorum ama onlar ne kadar soğukkanlı olurlarsa kendilerine de o kadar hakim olurlar. Seslerini yükseltmeye başladıkları an bir sorun var demektir. Ses yükseltmek büyük saygısızlıktır karşı taraf için. “Ben buraların ağasıyım” deyip sahne gereği silahı çekip ateş etmekle mafya, karanlık insan olunmaz. Çok suni bir karakter yorumu çıkarmış olursunuz. Artık dünyada İtalyan kesimli takım elbise giyen, elinde Thompson marka silahla bir otomobili tarayan nesil bitti. Eskisi gibi ayaktaki oyuncunun baş bölgesini alt açıdan görmeye çalışmak da sona erdi. Artık bir insanı öyle göstererek, “Oooo... Çok büyük bir adam” dedirtemezsiniz izleyiciye. Bu adam senin gözlerinin içine bakarak konuşurken seni etkiliyorsa o zaman iş gerçekten yolunda demektir. Bu nedenle de bizim oyuncularımızın çoğu çok doğru yönlendirildikleri için biz böyle gerçekçi, tadında karakterleri izliyoruz.
 
● Yönlendirmeden bahsettiniz ama bakıldığında oyuncuya direktif vermeyen, onu tabiri caizse gözetleyen bir yönetmenle, Onur Tan’la çalışıyorsunuz. Bu durumun hiç mi dezavantajı yok?
İlk başlarda vardı tabii dezavantajı. Çünkü her yeni işte oyuncular sırayla şu soruları sorar yönetmene: “Acaba ben karakterimi buldum mu?”, “Oturtabildim mi?”, “Benden isteneni en azından vasat da olsa onlara geri iade edebildim mi?”. Tüm bunların kaygılarından uzaklaştık. Biz o evreyi geçtiğimiz için hem biz hem de Onur Hoca çok rahat. Üç yıldır izlediği İlyas’a yakışmayan bir tepki gösterdiğimde oyunculuk açısından uyarıyor hemen. Benim için bunun en büyük güzelliği, “Ozancığım biraz kıs istersen” eleştirisinin neredeyse bitmiş olması (gülüyor.) Onur Hoca sahneyi daha önce kafasında çekmiş oluyor. Bize ufak bir mizansen veriyor ve biz de o istediğini yapmaya çalışıyoruz. Genelde de başarılı oluyoruz galiba (gülüyor.)
 
● Başarısız olduğunuzu hissettiğiniz, “ne yapmışım acaba burada?” dediğiniz bir sahne oldu mu hiç?
Bu dediğim belki yukarıdan bir yerden anlaşılacak ama sinmeyen sahnem yok aslında. İstenileni verdim hep. EDHO’da şöyle bir durum var; senaryoyu tabii ki oyuncuya emanet ediyorlar ama toptan değil. Oyuncunun performansı o an kötü de olsa senaryo çok doğru yazıldığından ve diğer oyuncularla güzel paslaşıldığından o kişi içine sinmemiş bir oyun verse bile diğerleri ustalıklarıyla, senaryonun güçlü yapısıyla veya mizansen gereği çok kolay kapatıyor bunu. Şahin Ağa ile birlikte işkence gördüğüm bir sahne vardı. O sahne çok hoşuma gitmişti. İşkence görmüş bir adamı oynamaya çalışmak ayrı güzel.
 
● Gelelim kameranın ışığının söndüğü an ortaya çıkan salt Ozan Akbaba’ya. Serüveniniz Kars’ta başlamış ve iç mimarlık okumuşsunuz. Bunlar dışında eldeki veriler az; o yüzden söz sizde.
1982 yazında Kars’ın Selim ilçesine bağlı Benliahmet Köyü’nde doğdum. 13 yaşıma kadar burada yaşadım ve deneyimlediğim her an için de şükrediyorum. Çünkü kültürü, insanların bakış açısı o kadar güzel ki anlatamam. 13 yaşımda babamın tayiniyle İzmir’e geldik. Almanya’da yaşayan akrabalarımız vardı. Yazın dedemi görmek için köye, bize gelirlerdi. Philips’in eski omuz kameraları vardır. Onlardan getirirlerdi. Tabii ben o kameraya tapardım ve çekim yapmak isterdim. Amcam oğlunu çekerdi. Köyde horozların peşinden koşturan küçücük bir çocuk hayal edin. Ben de tırıs tırıs kadraja girerdim ve el sallar, kendi kendime oyunlar oynardım (gülüyor.) Kamera aşkım o zaman başladı. Sonra vakit buldukça kısa filmler çekerdim. İzmir’de Endüstri Meslek Lisesi’nde Torna Tesviye bölümünde okudum. Dedem; “Bu çocuktan bir halt olmaz, meslek lisesine verin de altın bileziği olsun” deyince kaçınılmaz oldu meslek lisesi. Akdeniz Üniversitesi İç Mimarlık bölümünü kazandım. Tabii ortaokul, lise ve üniversite boyunca sürekli oyunculukla iç içeydim. Kırık Kanatlar dizisinde oynamıştım figüranla yardımcı oyuncu arasında bir konumda. Replikli oyuncu diyebiliriz (gülüyor.) Sürekli VHS, VCD, DVD alırdım. Tek başıma film izlemeye bayılırdım. Duyduğum replikleri ben de anladığım kadarıyla verirdim. Bir şekilde oyunculuğumu geliştirdim. Akademik olarak oyunculuk eğitimi alma şansım olmadı. Ancak gönülden isteyince gerçekten herkes bir şekilde ona ulaşıyor ve başarılı oluyor bence. Bu duyguyu birebir yaşayan ve çocukluğundan beri istediği her şeye ulaşmış adamlardan biri olarak bunu söylüyorum.
 
● 13 yaşınıza kadar Kars’ın Benliahmet Köyü’nde değil de metropolde yaşamış olsaydınız şu an bu röportajı yapıyor olur muyduk sizce?
Nasıl evrilirdim, hayatım nereye doğru giderdi tabii ki bir fikrim yok ancak köy hayatının insana kattıkları o kadar çok ki hayatımın ilk 13 yılını asla unutamam. Bir solucana gerçekten dokunmamış bir çocukla, solucanı elinde dolaştıran çocuk arasında dağlar kadar fark var. Bağışıklık sisteminden o çocuğun büyüyünce fikirlerini ne yönde geliştireceğine kadar çok şeyi etkiliyor. Malum bir şeylere rahatlıkla ulaşınca galiba onlar senin için değerli olmuyor. Ben buraya kadar bir şekilde azimle, çalışarak ve sabrederek geldim. Ve bu nedenle de oyunculuk benim için çok ama çok değerli bir yerde. Hep de öyle devam edecek.
 
● Oyunculuk dışında bir de galiba senaryo yazıyorsunuz bildiğim kadarıyla.
Evet, bir sinema filmi yazıyorum. Ayrıca dramaturji açısından kendimi geliştirmek adına bir oyun da kaleme alıyorum. Bakalım sinema filmini yetiştirirsem bu yaz belki çekebilecek konuma getiririm onu ve öyle bir durumda da rejisini bildiğim bir yönetmene teslim edeceğim. Ben proje tasarımcısı ve oyunculardan biri olarak kendimi görmek istiyorum.
 


KISA KISA
 
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen film:
Er Is Wieder Da. Hitler, günümüzde yeniden dünyaya dönse neler yaşanır sorusunun cevabını veren harika bir film.
 
İzlemekten keyif aldığınız ve defalarca izlediğiniz film:
Time of the Gypsies ve El Laberinto del Fauno. İkisine de bayılırım.
 
Çok abartıldığını düşündüğünüz film:
Ben hiçbir filme o tatta bakmadım. Çünkü çok abartılmış diyenlerin çoğu yönetmenin ne düşündüğünü veya ne anlattığını anlamamış kişilerden olabilir. Ben biraz da işe mutfak tarafından baktığım için böyle düşünüyorum.
 
Herkese önerdiğiniz kitap:
Zülfü Livaneli – Mutluluk.
 
Şu an veya son okuduğunuz kitap:
Şimdilerde senaryo yazımı üzerine kitaplar okuyorum. Eckhart Tolle’nin Şimdi’nin Gücü adında bir kitabı var; onu öneririm. Gerçekten çok iyi!
 
Bugüne kadarki yaşamınızı bir yazar kaleme alacak, bir yönetmen de beyazperdeye uyarlayacak. Hangisinin dili size yansıtırdı?
Şiirsel ele alınsın isterdim. Murathan Mungan hoşuma gider. Onun yaratacağı dramatik yapıyı mizahla da harmanlayarak Fatih Akın’ın çekmesini isterdim.
 
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen tiyatro oyunu:
Son zamanlarda tiyatro oyununa gidemiyorum pek. Çekimden geri kalan vakitlerde beynimi boşaltmak için aklıma çok fazla şey sokmamaya çalışıyorum. Bu nedenle de boş günlerimde playstation oynuyorum.
 
Favori playstation oyununuz:
Uncharted serisine bayılırım. Okan Yalabık baş karakterlerden birini seslendirmişti. The Witcher adlı bir oyun var; korku türünde oyun oynamaktan nefret etsem de bunu oynuyorum. Tiyatroya gelirsek en son Moda Sahnesi’nin Torun İstiyorum’unu izledim. Güzel bir güldürü, sosyal mesajlar da içeriyor.
 
Son zamanlarda en çok dinlediğiniz müzisyen / şarkı:
Evrencan Gündüz; yeni dinlemeye başladım, müthiş bir ses. Bayılıyorum kendisine. Türkçe müzikte kemikleşmiş şarkıları o kadar güzel yorumluyor ki hayranıyım.
 
Takip ettiğiniz diziler:
Fi, çok hoşuma gidiyor. Masum’u da beğenmiştim, keza 7Yüz de öyle benim için Dizi izlemeye pek vaktim olmuyor ama EDHO’yu hiçbir zaman sektirmeden izliyorum. Game of Thrones’a bayılırım. Vikings’i de izliyordum ama biraz uzaklaştım ondan. Mr. Robot’u da takip ediyorum.
 
En sık kullandığınız kelime / söz kalıbı:
“40 yılın başı.” Bir de “merhaba”yı çok seviyorum. Sette bana günaydın demeyene gün boyunca kurulurum ve böyle uzaktan bakarım.
 
Hayatta olan veya hayatını kaybetmiş ünlü bir kişilikle (yazar, oyuncu, bilim adamı, yönetmen, futbolcu vs.) karşılıklı oturup bir konu üzerine konuşacaksın. Kimi ve hangi konuyu seçerdin?
Fatih Sultan Mehmet. O, beni dinler miydi bilmiyorum ama “Hünkarım” derdim ona ve “Bana kısaca yaşadığınız yerleri gezdirip neyi ne şekilde kullandığınızı anlatır mısınız?” sorusunu sorardım. FSM bildiğiniz üzere aynı zamanda çok iyi bir tasarımcı. Almanca, İngilizce, Fransızca ve Farsça dahil olmak üzere altı dil biliyor. Taptığım bir diğer adam da Mustafa Kemal Atatürk. O ayrı zaten tüm bu listede.
 

Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
Styling: Başak İlker Hızlı
Fotoğraf Asistanı: Alper Kemal Özkorkmaz
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER