Furkan
Palalı’nın karşısına oturduğumda iç sesim, No:
309’da Erol (Cihan Ercan) ile annesi Betül’ün (Sevinç Erbulak) iç
sesleriyle yaptıkları sohbeti aratmayacak kıvamdaydı. Öyle ki röportajın
ortalarına doğru Furkan’dan geçen samimiyetle bir baktım ki iç ses olmuş dış
ses: “İlk 10-15 bölüm senin için ‘Ne kadar tutuk’ yorumunda bulundum demiştim.”
Mis gibi sohbet ederken, senin görevin soruları, tren vagonları misali
sıralamakken, bu yorum neden? Ancak Furkan Palalı’nın, yüzüne sabitlediği o
içten, imza niteliğindeki gülümsemesinin ışığında, “Biliyor musun bunu direkt
bana söyleyen rahat 70 veya 80’inci kişisindir.” demesiyle birlikte derin bir
nefes aldım. No: 309’da canlandırdığı
disiplinli, çalışkan, etrafındaki duvarlardan memnun, hayatındaki tavizleri
sadece âşık olduğu kadın için veren Onur karakterini canlandırmasından ve de
takipçilerinin karakterine “Lord” unvanı atfetmelerinden mütevellit olsa gerek,
Furkan’ı karakteriyle fazla özdeşleştirmiş olmalıyım ki tatlı sert bir karşılık
vereceğini düşündüm. Bununla birlikte başlangıçta Onur karakterinin temelinde
itici, kasıntı ve soğuk etiketleri güçlü olduğu için haliyle bu, “Furkan Palalı
mı tutuk? Yoksa karakteri mi öyle?” ikilemini yarattı, Allah’tan senaristler ve
de Furkan’ın karakterini sahiplenişi, onu üstünde pot yapmadan giymesi bu
ikilemi bir tekerlemeye dönüşmeden Onur karakterini açarak ve onda bir dönüşüm
yaratarak ortadan kaldırdılar.
Neyse efendim, iç sesimin devre dışı kalmasıyla
birlikte No: 309’dan doğduğu ve
büyüdüğü Konya’ya, oyunculuk dünyasına adım atmasını sağlayan hayatındaki
değişiklikten rol alma hayali kurduğu filme kadar pek çok konuya direksiyon
kırdık (Otomobil kullanmayan biri olarak neden hep otomobil terimi
kullanıyorum, inanın ben de bilmiyorum. Hep bu bilinçaltı!) Ses kayıt cihazını
kapadığımda küçük ekranda 1 saat 40 dakika yazılıydı. Karşımda gözleriyle
gülümseyen, ışıl ışıl bir adam olunca röportaj, “iki lafın belini kırmadan”
çıkıp uzun bir sohbete dönüşüverdi. “Çok keyifli bir sohbetti!” klişesinin
altını lâyıkıyla doldurup onu iyi bir klişeye çevirmiş olduk. Espritüel mizacı,
hayatı ti’ye alışı, açık sözlülüğü ve evet, başta da değindiğim hatta imkân
olsa birkaç yere daha sıkıştıracağım o içten gülümsemesiyle günlük hayatın
yorgunluğunu unutturan biri vardı karşımda. Kendisine sözü bırakmadan sizin o
kısma ulaşmanız için bu röportajı bitirmeniz gerektiğinden ben kısa bir bilgi
vereyim; Furkan Palalı’nın defalarca izlediği ve izlemekten keyif aldığı
filmler arasında The Notebook bulunuyor.
Furkan’ın normalde “gizli zevk” (guilty pleasure) kavramının en güçlü film
örneklerinden olan The Notebook’u söylemesi
de kendisini eminim pek çok kişinin gönlünde ayrı bir yere koyacaktır. Sözü
burada keseyim en iyisi, zira bana gelecek haftanın röportajını hazırlamanın
yolları, size iyi okumalar!

● Filmografine baktığımızda Aşk Emek İster’i saymazsak No:
309 ile direksiyonu kırmışsın bayağı (gülüyoruz.) Diğer işlerinden tür
olarak ayrılması dışında seni kendine çeken unsur neydi?
Hikâyeyi,
senaryoyu ve gidişatı çok beğendim. Bize ilk senaryo verildiğinde aslında
hikâyenin nasıl evrileceği belliydi ve çok güzel işlenmişti. Onur’un itici bir
karakter olarak başlayıp sonra dönüşmesi ve bunun da bir kadın sayesinde mümkün
olması kulağa çok güzel geliyordu. Aslında buna çok sevindiğim kadar biraz
tedirgin de oldum. İzleyicinin “Ne kadar ters bir adam, burnu havada” gibi
söylemlerini tahmin ediyordum. Ancak sonrasında Onur’u, yaşadığı dönüşümüyle
birlikte seveceklerini bildiğim için bu durum beni çok heyecanlandırmıştı. Zaten
bence başından itibaren hep sempatik olsa bu kadar tat bırakmazdı izleyicide.
● Dizinin hikâyesi aslında Türk ekranları için tabu olan
ama Amerikan komedilerinin demirbaşlarından “kaza kurşunu” kavramından
hareketle başlıyor.
Evet, bıçak
sırtı bir konu bizim için bakıldığında ama orayı çok sevimli verdiğimizi
düşünüyorum izleyiciye. O konunun çok da üzerine gitmeden ama tabii o kayıp
geceden ve de karakterlerden de ödün vermeden yansıttık. Bununla birlikte “Eğer
böyle bir şey yaşadıysak, hadi evlenelim” klişesine de kaçmadık. Ancak bir
yandan da Onur, bu olay karşısında “Sana şu kadar para vereyim, kendine yeni
hayat kur ve bebeği de aldır” gibi bir hataya da düşmedi. Çok planlı,
disiplinli ve kendi kurallarına göre yaşayan bir adam olduğu için sakinliğini
koruyarak olaya tepkisini gösterdi. Zaten ilk bölümde Lale ve Onur, sabah
uyandıklarında birbirlerinden nefret ediyor gibi davranmalarına rağmen,
izleyici ilk bölümde her ikisinde de kalben bir şeylerin değiştiğini hissetti.
Orada hafiften bir “ilk görüşte aşk” durumunu verdik. Lale’yle geçirdiği gecede
gezip eğlenmesi, gülmesi Onur için çok büyük tabulardı. İşte, bütün bunlar
oldukça sempatik işlendiği için bence “kaza kurşunu” durumuna ılımlı yaklaştı
izleyici.
● Kağıt üstündeki Onur, bu 59 bölüm boyunca nasıl bir
evrilme yaşadı?
Başta
aslında burnundan kıl aldırmayan, ailesiyle bile mesafeli ama saygıdan da kusur
etmeyen, iş odaklı, disiplinli biriydi. Önceki ilişkisinden dolayı işi çok ön
plandaydı. Çünkü canı yanmış, dizinin başından itibaren bir yarası olduğunu
biliyoruz. Bu nedenle kariyer yolunda zaferlere yürümeyi kafasına koymuş bir adamla
karşılaştı izleyici. Kimseye duygusal yaklaşmıyordu. Daha bencildi belki,
vurdumduymazdı, güldüğünü bile görmek çok zordu Onur’un. Lale’nin girmesiyle
hayatı tamamen değişti. Aslında kağıt üstünde dikeni bol bir Onur varken,
Lale’yle birlikte o dikenler teker teker döküldü ve Lale, adından mütevellit
çiçek etkisini Onur’un üzerinde de gösterdi. Nilüfer’in (Fatma Toptaş) kocasına
bile Kurtuluş Bey (Gökçe Özyol) diye hitap ederken, bacanak demeye başladı.
Artık çevresiyle daha çok etkileşim halinde ve insanların kanallarına çabuk
giriyor. Fakat ofisteki o disiplinli, iş odaklı halinden de ödün vermiyor asla.
Genel tabloya baktığımızda kadınların nefret edebileceği bir Onur Sarıhan’dan,
idealleştirilebileceğimiz bir Onur Sarıhan’a döndü ki doktor o açıdan daha
doğru bir profildi (gülüyor.)
● Hiç senaristlere espriyle karışık da olsa,
“Arkadaşlar, Onur bunu yapmaz. Bu kadarı da sanki biraz fazla” dediğin bir an
oldu mu?
Zaman zaman
oluyor tabii ama “Bence Onur bunu yapmaz” durumundan ziyade ben yakıştıramadığım
için senaristlerle düşüncelerimi paylaşıyorum. Mesela miras meselesini Lale
duyarsa çok üzülür diye uzun süre sakladı. Tamam, mantıklı yanı da var; Lale
duymadan halletmek istiyor Onur. Ancak başta Lale olmak üzere etrafındaki
herkese kamu spotu misali “Dürüst ol” olgusunu yaymaya çalışan bir adamın böyle
yapması ne kadar doğru; onu bilememiştim pek o dönem.
● Oynarken bu durum seni etkiliyor mu? En nihayetinde
pek çok oyuncu malum “karaktere inanmak” meselesini, oyunculuğun birincil ve
altın kuralı olarak yorumluyor. Ancak bahsettiğin şekilde bir durumla
karşılaştığında da inanmamış oluyorsun ki zaten her adımına inanmak da ütopik
geliyor kulağa.
İnanmadığın
hiçbir şeyde o kadar kolay var olamazsın zaten. Konsantrasyonun azalır her
şeyden önce ve karaktere girişin yavaşlar. Aklında soru işaretiyle sahnede
olmaman lâzım. Bu bahsettiğim ikilemi yaşadığımda Lale’nin hayatı girmesiyle
hayatı değişen Onur’un âşık olduğu kadını yaşamının merkezine aldığını
hatırlattım kendime. Evet, dürüstlük en önemli değer onun hayatında ama Lale’yi
üzmemek de her şeyin önünde geliyor. Onur’u oynarken bu açıdan başvurduğum
değişik yollar da işimi kolaylaştırıyor. Bu söyleyeceğim belki çok klişe
gelecek ve büyük ihtimalle bu röportajı okuyan herkes, “Eee, herkes bunu yapıyor
zaten” diyecek ama bazen hakikaten Onur olup oynuyorum. Durumda kalıyorum.
Bazen de kendimi başka bir yere koyup o anın veya duygunun benzerini arıyorum
kendimde.
● Bu bölünmüşlük de oyuncuyu en çok yoran faktör olsa
gerek.
Kesinlikle
öyle! En azından bu mental yorgunluk benim için oyunculuğun en zor yanı. Zaten
bazen ağzımdan Onur’un kelimeleri çıkıyor ya da onun duruşuna bürünüyorum.
Çünkü aslında karakterin demek bir yerde o sensin demek. Benim jest ve mimiğim
haricinde hiçbir şey yok Onur’da, öteki türlü karakter değil, tipleme olurdu o
zaten.
● Onur ile Furkan bir günlüğüne yer değiştirip
birbirlerinin hayatlarındaki bir sorunu çözmek için kolları sıvayacak. Ne
olurdu bu?
Edebiyat
yapmayayım hiç burada ve her ne kadar materyalist olsa da realist bir cevap
vereyim. Onur benim yerime geçiyorsa güzel bir yalıya “hayır” demem (gülüyor.)
Aklıma ilk gelen bu, dürüst olayım. Bu arada bilmiyorum soracağın sorular
arasında mı ama Onur ile benim aramda çok benzerlik var.
● Pas attın şimdi o kadar, bunu değerlendirmeden
olmaz. O zaman soruyorum (gülüyoruz.)
Sağduyulu
oluşu, sevdiklerine yeri geldiğinde kendinden çok değer vermesi, hep bir çözüm
yolu üretiyor olması, sevdiği kadını sahiplenme durumu gibi özellikler bende de
var. “Sahiplenme” kavramı toplumun donelerine baktığımızda haklı olarak
“maçovari” olarak yorumlanıyor bu durum. Ancak benim kast ettiğim sahiplenme,
onun sorununu kendi sorununmuş gibi görme ve çözmeye çalışma, kendine şekil
verirken ödün verme ile sevdiğin kadınla empati kurma arasında denge kurma,
özel günde onu mum ışığı yemeğine çıkarmaktansa sıradan bir günü ufak bir
dokunuşla özel hale getirme gibi eylemlerden bahsediyorum. Belki de “ruhuna
dokunmak”, doğru bir tanım olabilir. İşte, bu anlamda Onur’la çok benziyoruz.
Şimdi bunu söylediğim için sosyal medyada vs. başlıkları görebiliyorum: “İflah
olmaz romantik Furkan Palalı.” (Gülüyor.) Ah etiketler, canım etiketler! Artık
sorunun cevabına geleyim; Onur bana göre bazı olaylarda daha sakin. İnsanız,
ister istemez kalp kırabiliyoruz maalesef, özellikle de en sevdiklerimizin,
yakınlarımızın. Böyle bir anda Onur’un benim yerime geçip kontrolü alarak frene
basmasını isterim. Ben onun yerine geçersem de dürüstlük huyuna tezat saklama
huyunu açığa çıkardığında, “Orada bir dur bakalım! Ahkam kesmek kolay, örnek
alınıyormuşsun gibi ortada gezmek de kolay. Kimden ne saklıyorsun? Tamam, hemen
gidip söylüyoruz” derdim. Mesuliyetini de ben üstlenirdim (gülüyor.)
● Furkan Palalı olarak bir bölümlüğüne No: 309’a konuk olsan, hangi karakterle
nasıl bir sahnede karşılıklı oynamak isterdin?
Ne tatlı
soruların var! Bunu da kayda geç lütfen, röportajı okurken görmek istiyorum
(gülüyor.) Kolaya kaçmak gibi gelecek belki ama üzgünüm, tek bir isim
söyleyemeyeceğim bunun için. Onur’la bir sahnem olmasını isterdim. E, haliyle
Lale’yle karşılaşırdık ve Lale’ye; “Sen bu çocuğa niye böyle yapıyorsun?
Farkında mısın o adamı ben yaratıyorum. Biraz dikkatli olalım lütfen Lale’ciğim,
kıymetini bil bu çocuğun. Bir de görüşünü alayım; Onur mu, ben mi?” diyebilirim
(gülüyor.) Erol’la hem oynamak isterim hem de istemem çünkü onun karşısına
Furkan olarak geçersem onu döverim herhalde. Bu da kayda geçebilir (gülüyor.)
Çünkü bazen hakikaten deli ediyor. Keza yenge de öyle.
● Bugüne kadar çekilen tüm sahnelerden birini tekrar
çekeceksiniz ve herkes, senin için en iyisi olana kadar sette bulunacak. Hangi
sahneyi seçerdin?
46’ncı
bölümde Lale’yi kıskandırmak için bir kız arkadaşımla anlaşıyorum. Ofise geliyor
kız ve tam da o sırada Lale arıyor. Arkadan haliyle kahkahaları duyuluyor. Lale
için sinir bozucu bir durum bu. Hatta Lale aradığında bilgisayardan şarkı
açıyorum ki bizi barda sansın diye ve sözde barda olduğumuz için yüksek sesle
oynuyorum. Gel gör ki montaj ekibimiz sağolsun müziği unuttu ve sanki müzik
varmış gibi ben de rahatsız edici bir şekilde sahneyi yüksek sesle oynadım.
İzleyici fark etti mi bilmiyorum ama ben bayağı sinirlenmiştim (gülüyor.) O
sahnenin tekrar çekilmesini isterdim.
● Demet Özdemir, Fatma Toptaş ve Cihan Ercan’la yaptığımız
röportajlarda senin kulaklarını çınlatmıştık. Söz sende şimdi, ekibin kamera
arkası hallerini kısaca dinleyelim senden.
O zaman
partnerim Demet’ten (Özdemir) başlayayım. Onur ve Lale’nin başarısında, hem
onun çok iyi bir partner hem de iletişimimizin samimiyete dayalı olmasının
etkisi yadsınamaz, hatta birinci faktörün bu olduğunu söyleyebilirim gönül
rahatlığıyla. Samimi ve çok yetenekli. Onun ne yapacağını öngörebiliyorum
artık. Demet’le karşılıklı sahnelerimizde yeri geldiğinde Erol ile annesi Betül
arasında sessiz konuşma sahnelerini birebir yaşıyoruz (gülüyor.) Normal hayatta
da öyleyiz; kaşın bir hareketinden o an hangi ruh hali içinde olduğumuzu,
kafamızda hangi tilkilerin dolaştığını anlıyoruz. Demet, aynı zamanda
dertleşebildiğim harika bir dost. Onunla çalıştığım için çok mutluyum.
Sumru
Yavrucuk için ne denilebilir ki? İzlemesi, karşılıklı oynaması; hepsi ayrı
güzel. No: 309’dan sonra ona daha da
hayran kaldım. Onunla karşılıklı sahnem olduğunda hep “Neler yapabiliyormuşum
aslında?” demeye başlıyorum. Her anlamda kendime daha güvenmemi sağladı. Beni
açtığını söyleyebilirim. Çok yardımcı oluyor. Hem insan hem de oyuncu olarak
sonsuz saygı duyduğum, takdir ettiğim bir üstat, abla benim için.
Fatma’yla
(Toptaş), Hayat Devam Ediyor adlı
dizide birlikte rol almıştık. Yaklaşık yedi yıldır tanıyorum onu. Hani bazı
arkadaşlarınız olur, araya zaman girse de bağınız aynı şekilde güçlüdür ve
konuşmaya başladığınızda görüşemediğiniz anların bir önemi kalmaz. Fatma da
benim için öyle. İşinde ve özel hayatında iyi olmasını gönülden istediğim bir
dostum. Onunla çalışmak ve Nilüfer’i izlemek çok keyifli. Hayatımda olduğu için
mutlu olduğum ve daima da olmasını istediğim bir insan.
Kadro o
kadar kalabalık ki Gökçe (Özyol), Pelin (Uluksar), Suat (Sungur), Özlem
(Tokaslan), Sevinç (Erbulak), Beyti (Engin), Ceren (Taşçı), Murat (Tavlı)
şeklinde uzayıp gider bu soruya cevabım. Hepsi de benim için ayrı değerli
olduğundan, buradan onlara bir selam gönderip soruda Cihan’ın adı olduğu için
ondan bahsedeyim. Cihan, hem kalbi güzel hem de çok yetenekli bir adam.
Sahnelerimiz çok eğlenceli oluyor. İki zıt karakterin uyuşmazlığının uyumu söz
konusu galiba (gülüyor.) O kadar seri konuşuyor ki sahne içinde gülmemek için
kendimi zor tutuyorum, hatta bazen tutamıyorum. “Danimarka prensi kuzenim”i ilk
duyduğumda çok gülmüştüm mesela. Sürekli bir şeyler üretiyor. Bu dönemin Burhan
Altıntop’u bence.
Bitmek
bilmeyen ödül konuşmaları gibi olacak ama Özlem Tokaslan’ı anmadan da
geçmeyeyim. Aramızda müthiş bir bağ var. Onur ve Yıldız arasındaki bağ, Özlem
ile Furkan arasındaki bağın farklı bir versiyonu. O yüzden anda ve durumda
kalmayı tercih etsem de, sahne duygusunu Furkan’ın geçmişinde aramaya çalışsam
da hem Onur’u hem de Furkan’ı çok seven gerçek anne hissini her an Özlem Abla’nın
gözlerinde görüyorum. Dolayısıyla Onur, Yıldız sahnelerinde ne yapacağını çok
iyi biliyor.
● Yaş, cinsiyet, fiziksel vb. faktörleri unut; Onur
yerine hangi karakteri canlandırmak isterdin?
Erol. Hiç
düşünmeden cevap verdim (gülüyor.) Devamlı olarak izliyorsan veya denk
gelmişsen biliyorsundur belki, bizim rüya sahnelerimiz meşhur. Çok da eğlenceli
oluyor. Mesela hazır bu soru gelmişken ve Erol’u söylemişken, buradan
senaristlerimize seslensem; Erol ile benim, Lale ile de Filiz’in yer
değiştirdiği bir sahne yazsalar yeni sezona, bence fena olmaz (gülüyor.) Setten
bazen Cihan’la (Ercan) karşılıklı sahnelerimizde Cihan’ın yakını çekilirken ben
ona Erol gibi oynuyorum. Maksat tabii ki hem makara yapmak hem de onun
dikkatini dağıtmak (gülüyor.) O da bu pası aldığında direkt Onur Sarıhan’a
dönüşüyor. Erol, izlemesi son derece keyifli bir karakter ve Cihan da onu o
kadar güzel oynuyor ki başkasını düşünemiyorum o rol için. Ancak dediğim gibi
bir rüya sahnesinde ben Erol’a dönüşsem güzel olur gibime geliyor. Mesaj umarım
alınmıştır.
● No: 309 muhabbeti sürüp gider ama Onur Sarıhan’dan kopup Furkan
Palalı’ya dönmek lâzım bir noktada. Üniversiteye kadar Konya’da yaşadın. Hem
sahip olduğu manevi tarih, hem de metropol dışında yaşama açısından Konya,
karakterini nasıl şekillendirdi?
Anadolu
kültürüyle yetişmenin hem artıları hem de eksileri var. Belki basmakalıp olacak
ama aile, arkadaşlık gibi kavramlar benim için gerçekten çok önemli ve eğer
özellikle ergenlik yıllarımı bir metropolde yaşamış olsaydım yine böyle olur
muydu bilemiyorum. Karşımdaki kişide samimiyeti yakaladıktan sonra
yapabileceklerimin sınırı neredeyse tamamen ortadan kalkıyor. Benim için birine
değer vermek veya ona, onu sevdiğini söylemek kadar güzel bir duygu yok ve
bende bunu göstermenin binbir çeşidi olduğu için genelde “Nasıl bu kadar ince
düşündün?” veya “Kendini nasıl bu denli adıyorsun?” gibi sorularla
karşılaşıyorum hep. Ailemden de böyle gördüm ben. Bir kız arkadaşım olduğunda,
birbirimiz için karşılığımız huzur, mutluluk, aşk gibi pozitif şeyler olmalı.
Ortada bir sorun olduğu an o muhakkak çözülmeli hiç beklemeden. Bu arada benim
için maneviyatın anlamı sadece kişiye de dayanmıyor. Tek bir yaprağın
hücresinin veya sokaktaki bir cırcır böceğinin değerini bilmek, onu izleyerek
huzur bulmak da “aşk”ın bir formu. Öyle de olmalı zaten.
● Ankara Hacettepe Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği
bölümünden mezunsun. Bir röportajında aslında geçmişte mesleğini yapmak
istediğini okudum.
Tabii,
oyunculuğu hiç düşünmüyordum. Hatta okul bitince de Konya’ya gidip büro açarak
şantiye, etütler, kuyu açma vb. kendi mesleğimle alakalı işler yapacaktım.
Ancak liseden beri arkadaşlarım bıkıp usanmadan bir ajansa yazılmam konusunda
baskı yapıyorlardı bana. İşte, bu noktada “asla hayır deme” kavramı hayatıma
girdi çünkü üniversitedeyken ilişkim bitti. Bir anda böyle büyük bir
değişiklikle karşılaşınca hayal ve hedeflerimi bir kenara bıraktım ve “Öyle mi?
Tamam, kabul ediyorum” diyerek mankenliğe başladım. Bunu bu kadar samimi
söylemiş miyimdir daha önce bilmiyorum (gülüyor.) Sıfırdan başladım o dönem ve
şimdi de buradayım. O olayı yaşamasaydım Konya’da kendi mesleğimi yapar ve
mutlu olurdum. Çünkü oyunculuk, içimde kalacak, “yapmasam olmaz” dediğim bir
meslek değildi. Kötü tecrübe sonrasında aldığım kararın iyi olduğunu gördüm ve
şu an bulunduğum yerden mutluyum.
● Bir yıl sonra yine burada röportaj için buluştuk.
Bu sohbete nasıl bir proje vesile olurdu?
Galiba 10
yıl sonra kendi senaryom filme çekilmiş ve gala öncesi seninle buluşmuş oluruz
(gülüyor.) Şimdiden bu konuda anlaşalım lütfen. Bir yıl sonra da sinema filmi
olacak. Dram türünde, güçlü bir aşk hikâyesi. Bir ormanda açılıyoruz. Sanki Lost dizisinin pilot bölümünün ilk
sahnesi (gülüyor.) Adam sadece bedenen değil, ruhen de kendini kaybetmiş
durumda. Yaşadıkları onu çok büyük bir uçuruma sürüklemiş, hayata ve kadınlara
dair hiçbir inancı kalmamış. Ancak bir gün öyle bir kadın hayatına giriyor ki o
sert kabuk kırılıveriyor. Adam, her şeyin güzel gittiğini düşünürken sevdiği
kadının ciddi bir hastalığı olduğunu öğreniyor. Film, mutsuz sonla bitiyor
ancak kadın ardında adama belki de en güzel armağanı bırakıyor: “Her şeye
rağmen hayata, hayallerine, ‘aşk’a sıkıca tutun.” Vee kestik! (Gülüyor.)
“Kestik” kelimesini Zeki Demirkubuz’dan duymak hoş olurdu. Seninle de bu film
hakkında sohbet ederdik.
● O kadar kadından bahsettin. Onun için aklına ilk
gelen isim kim?
Tabii o
kadar hayallere dalıp detay verirsem bu soru da kaçınılmaz olur. Cansu Dere’yle
oynamak isterdim. En son Anne dizisinde
de oyunculuğuna hayran kaldım. Merak ederdim nasıl bir ikili olacağımızı.
KISA KISA
Son zamanlarda seni en çok etkileyen film:
Allied.
Fazlasıyla abartıldığını düşündüğün film:
The Water Diviner.
İzlemekten keyif aldığın ve defalarca izlediğin
film:
Eternal Sunshine of the Spotless Mind, The
Notebook, The Great Gatsby.
Son zamanlarda seni en çok etkileyen tiyatro oyunu:
Shirley ve Ayrılık.
Son okuduğun kitap:
Haruki
Murakami’nin Kadınsız Erkekler’i. Sevinç
(Erbulak) vermişti. O ve Sumru Abla, sette 7/24 kitap okudukları için ben de
sürekli takip ediyorum onları ne okuyorlar diye.
Herkese önerdiğin kitap:
Adam
Fawler’ın Olasılıksız’ı.
Takip ettiğin diziler:
Suits ve Sense8’e
yeni başladım. Lucifer’ı çok
beğeniyorum. Sıkıldıkça açıp izlediğim diziler arasında da How I Met Your Mother ve Friends
başı çekiyor.
Altı kişilik bir masadasın, senin dışında şu an
hayatta olan veya hayatını kaybetmiş beş ünlü isim olacak; kimleri seçerdin?
Christopher
Nolan mutlaka olurdu. Boyutla ilgili sıyırma noktasına geldi artık (gülüyor.)
Leonardo DiCaprio, Michael Jordan, Mustafa Kemal Atatürk ve Al Pacino.
Bugünkü seni özetleyen bir söz (Replik, edebi
alıntı, şarkı sözü vb.)
“Oğlum, bütün hayatını kolların ve ayakların
belirlemeyecek. Hayatına asıl yön verecek olan beynin ve kalbindir. Bir şeyi
gerçekten istiyorsan bütün engelleri yenip ona ulaşabilirsin.” – Shelton
Skelton.
*
*
Fotoğraflar Emre Yunusoğlu
Styling Ayşe Gülin Hatipoğlu
Mekân SuB Karaköy