Liane Moriarty'nin yazdığı Big Little Lies adlı kitap David E. Kelly tarafından televizyona uyarlandı. Big Little Lies toplamda yedi bölümden oluşan bir mini seri. Bölümlerin hepsini Jean-Marc Vallée yönetti. HBO'da 19 Şubat'ta (bugün) başlayan seri, pazartesi itibarıyla ülkemizde de yayınlanacak. 20 Şubat'tan itibaren her pazartesi saat 21.00'de beIN Series Drama'da izleyebilirsiniz.
Big Little Lies'ın başrolleri üç ünlü kadın oyuncu yani Nicole Kidman, Reese Witherspoon ve Shailene Woodley paylaşıyor. Kadroda True Blood ile kalplere taht kuran Alexander Skarsgård, Laura Dern, Adam Scott ve Zoë Kravitz gibi isimler de var. Reese Witherspoon'un ortağı olduğu Pacific Standard,
Nicole Kidman'ın ortağı olduğu Blossom Films ve David E. Kelley Productions
ortaklığındaki serinin hikayesi çocukları aynı okula giden üç anneyi merkezine alıyor. Onların mükemmelmiş gibi görünen hayatları okulu da içine alan bir cinayetle birlikte alt üst olmaya başlıyor.
28 yıl sonra
Top of The Lake ile televizyona göz kırpan ve
Big Little Lies'da Celeste Wright adında bir anneyi canlandıran Nicole Kidman, dizinin fikir halinden başlayarak ekrana çıktığı ana kadar süren ilginç yapım yolculuğunu ve karakterini anlattı.
Tuhaf anneleri takdimimizdir.
● Dizinin hem başrolündesiniz, hem de yapımcılarından
birisiniz. Projeye nasıl
dahil oldunuz?
Benim Avustralya’dan arkadaşım, Reese Witherspoon'un da yapım ortağı
olan Bruna Papandrea kitabı okudu, beni aradı ve dedi ki: “İşte bu. Birlikte
yapacağımız proje bu.” Sonra kitabı bana gönderdi, okudum ve “Tamamdır, hadi
başlayalım,” dedim. Çok heyecan vericiydi.
Avustralya’ya uçtum, kitabın Avustralyalı yazarı Liane Moriarty ile tanıştım ve
“Lütfen, kitabı opsiyonlamamıza izin verin, projenin gerçekleşmesini
sağlayacağız,” dedim. Çok yumuşak başlı bir şekilde Kabul etti. “Celeste’yi
oynaman şartıyla,” dedi. Kabul ettim. Tabii sonra sıra projeyi gerçekten hayata
geçirmeye geldi.
● Yapımın diğer
aşamaları nelerdi?
Blossom Films’deki yapım ortağım Per Saari işe
dahil oldu ve proje üzerinde dördümüz çalıştık. Dram ve komedi arasındaki o
ince çizgide yürüyebilecek, karakterleri birden çok bölümde keşfedebilecek bir
yazara ihtiyacımız vardı. Amacımız toplamda 7-8
saatlik bir "film" yapmak ve sinema kalitesini korumaktı. Kitabı okuyan, çok
seven ve dizinin tonunun tam olarak nasıl olacağını bilen David Kelley ile
tanıştığımız için çok şanslıyız. Projeyi pek çok kanala götürdük, HBO diziyi
sipariş etti ve David yazmaya başladı.
Yazım sürecinden ne çıkacağını asla
bilemezsiniz; fakat David’in gönderdiği bölümleri okuyunca Reese (Witherspoon) de ben de
Madeline ve Celeste’i oynamayı hemen kabul ettik. İkimiz de çok kararlıydık.
Jean-Marc Vallee ona gösterdiğimiz ilk taslakları okuyup çok beğendi ve ortağı
Nate ile birlikte projeye katıldı. Jean-Marc’ın dahil olması işin televizyon
dizisinden ziyade dev bir film olması için önemli bir gelişmeydi. Yapmak
istediğimizi anladı, her şeyi zihninde görebildi. HBO bize bir başlangıç tarihi
verdi ve başladık. 18 ay içinde prodüksiyona başlamıştık. Bu gördüğüm en
hızlı süreçti. İşte kadınların gücü! Bir şeye kafamızı taktığımızda balıklama dalarız,
kararımızı veririz ve işe koyuluruz.
● Yönetmen Jean-Marc Vallee de aynı şeyi söylüyor.
Jean-Marc kadınları çok sever, yumuşak konuşur ve çok
naziktir. Beşimiz tepesine biner, “Peki ya bu, ya bu, ya bu…” diye başının etini
yerdik. O dayanırdı, kaya gibiydi. Bize yol gösterirdi. Bu kadın enerjisi onun
için iyi bir denge oluşturuyordu.
● Kitabın yazarı Liane Moriaty sizin
Celeste’i oynamanızı istediğinde böylesi zor bir rolü üstlenmek konusunda
tereddüt yaşadınız mı?
Evet, rol çok zorluydu ve benim için çok duygusaldı. Hala
öyle. Çok fazla araştırma yaptım ve içgüdüsel yaklaştım. Her ne kadar epey
fazla araştırma yapsam da rolü oynarken duygularımı kullandım. Çektiğimiz
birçok sahne fazlasıyla fizikseldi ama ben o noktalara gitmek istedim çünkü her
şeyin inanılır ve gerçekçi olmasını istiyordum.
Bir oyuncu için dublör gerektiren sahneler vardı ama ben
hepsini kendim yapmak istedim. Yaralandım, gördüğünüz yaralar gerçekti. Eşim Keith
(Urban) sette neler olup bittiğini sorup duruyordu. Eve geliyordum, duş
alıyordum ve vücudumdaki yaraları görüyordu. Ama ben böyle çalışırım, her şeyi
hissetmek isterim. Yaşlandıkça daha duygusal oluyorum ve hassaslaşıyorum.
Dizinin baz aldığı kitapta hikaye Sidney'de geçiyor ama çekimler Aralık 2016'da California'da başladı.
● Sizi bu
hikayeye çeken şey neydi?
Bu işin tonu çok farklı. Çok üzücü, çok güncel, çok derin
ve komik. Böyle bir tonu yönetmek çılgınlık; ama Jean-Marc ve David bunu
başardı.
● Olaylar
romandakinin aksine Sidney yerine Monterey’de geçiyor. Bu değişikliğin sebebi
nedir?
Çok evrensel temaları işliyoruz. Hepimiz bu işi Sidney’de
çekmek istemez miydik? Elbette isterdik. Ama işin her yerde aynı etkiyi
gösterebilmesi için Liane diziyi Amerika’da çekmemize izin verdi.
Kitaplar bir bütün olarak, kendi içeriğiyle iş yapar.
Onlar uyarlanırken, her ne şekilde olursa olsun, yönetmene ve yazara işi
sanatsal olarak kendilerine ait hissetme şansı vermelisiniz. Birinden daha önce
resmedilmiş bir şeyi aynen tekrarlamasını isterseniz, bu mümkün olmaz. Yazarın,
eserinin başka bir şeye dönüşeceğini kabullenmesi gerekir. Tıpatıp aynısı olmayacaktır,
biraz değişecektir ve bu kesinlikle yanlış bir şey değil. Liane’in bize verdiği
izin buydu, Jean-Marc’ın kendisine ait bir iş ortaya çıkarması. Sinemanın
edebiyattan farkı budur işte.
● Monterey harika bir çekim mekanı gibi
duruyor…
Kesinlikle. Her çekim gününün sonrası birbirimize nerede
yemek yiyeceğimizi sorardık. Deniz mahsülleri mi? Evet! Orası harika bir yer ve
havası inanılmaz güzel. Okyanus Jean-Marc için çok önemliydi. Okyanusun, suyun
dizinin büyük bir parçası olmasını istedi.
Big Little Lies prömiyerinde seriye katkısı olan kadınlar kırmızı halıda yan yana pozverdiler
● Dizide kocanız Perry’i
oynayan Alexander Skaarsgard’la olan sahneleriniz epey zorlu. Bazen oyuncular
sahnelerin etkisini azaltmamak için set dışında görüşmekten uzak durduklarını
söylerler. Sizde böyle bir durum oldu mu?
Alex’le karakterler ve ilişkileri hakkında konuşurduk.
Bir aile oluşturabilmek için birlikte zaman geçirdik, özellikle de ikizlerle.
Bence asıl ilginç olan kadrodaki kadınların “Hadi hep birlikte yemek yiyelim,”
diyecek kadar bağ kurmasıydı. Bu harika bir şeydi. İşi geride bırakıyormuş gibi
hissetmiyorduk, aksine, ciddiyetimizi sağlayan buydu. O yemekler, o sohbetler
ve paylaştığımız her şey aramızda bir arkadaşlık doğmasını sağladı, bize
ciddiyet kazandırdı. Böyle şeyleri taklit edemezsiniz.
İçgüdüsel olarak birbirimizi tanıdık ve yapmak zorunda
olduğumuz şeyleri keşfettik. Şu an çok yakınız. Birbirimize hemen hemen her
şeyi söylüyoruz, çok sıkı fıkıyız. İşin yanı sıra böyle bir şeye sahip olmak o
kadar güzel bir şey ki.
● Uzak durduğunuz
zaman diliminde televizyon sektörünün fazlasıyla değiştiğini, bugünlerde
hikayecilik anlamında size çok daha ilgi çekici geldiğini hissediyor musunuz?
Televizyona bugünlerde çok kaliteli işler yapılıyor.
Harikulade işler var ve bu beni çok mutlu ediyor. Oyuncular olarak daima çok iyi
hikayeler ve fırsatlar ararız. Bunlar sadece tek bir mecrada olursa
işimiz çok zorlaşır. Dünyanın her tarafında böyle fırsatlar hak eden oyuncular,
çok yetenekli yazarlar ve yönetmenler var. Jane Campion ya da Jean-Marc Vallee gibi isimlerin
de televizyonu seçiyor olması harika bir şey. Hiçbir önyargı yok ve çok sayıda
insana direkt olarak ulaşabiliyorsunuz. İşlerin bu hale gelmesi harika bir şey.
● Daha fazla
televizyon projesinde yer almak ister misiniz?
Kesinlikle isterim. Çoğunlukla sanat filmi yapıyorum ve bu
filmlerin dünyada belli bir yeri var. Örneğin Lion
için konuşacak olursam, o işi vizyona sokmak ve insanlara izletebilmek için
ne zorluklar aştık. Gerçek annesini arayan Hintli bir çocuk ve onu evlat edinen
annesi… Bu hikayeyi dünyaya anlatabilmek için çok çalışmamız gerekti. Ona inanıyoruz ve
bu kadar ilgi görmesinden çok memnunuz ama onca gürültünün arasında dikkat
çekmek o kadar zor bir şey ki.