Uğraş Güneş: Dizi kafası dizi üretiyor şu an, senarist kafası değil

Uğraş Güneş: Dizi kafası dizi üretiyor şu an, senarist kafası değil
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
Pek çok kişi hayalini kurarken, hatta fikrine bile tedirginlikle yaklaşırken o üçüncü kez Uğur Yücel ile bir araya geliyor. Yaklaşık son yedi yıldır usta oyuncuyla yoğun bir şekilde vakit geçiren Uğraş Güneş için bu durumun olağan olduğunu bile söyleyebiliriz. Uğraş’ın bu şansı kaleminin kıvraklığından, yapımcı kafasına karşı savaşmasından, standartlara uymamasından ama bunu da asi bir başkaldırıcı modunda da  yapmamasından geliyor.

Zaten iki yıl önce dizi standardına farklı söylem getirdiği ve ekrana nefes aldıran ‘Ulan İstanbul’ da bu durumun kanıtı olsa gerek. Kore uyarlamalarının istilası arasında ‘Familya’ adlı özgün bir trajikomik aile hikâyesiyle ekranlara dönüyor Uğraş. Etiler Harvard Cafe’de bir araya geldiğimiz Uğraş ile iki saate yakın sohbet ettik. Önce yeni heyecanı ‘Familya’dan konuştuk, sonraysa dizi sektöründen dem vurduk. Virajı alamadığımız yerler de oldu. ‘’En büyük sorun yapımcının kafasına yaklaşılma çabası. Dizi sektörü bir ticaret, iki reklam arasını dolduruyoruz. Durum böyleyken esnaflaşarak yazanlar da oluyor.’’ diyen Uğraş’a göre çare ‘’Nitelik değil, nicelik önemli’’ anlayışını bırakmada. İşte, bu noktada bir nebze de olsa ‘Familya’ ile ‘’Nerede o eski sıcak aile dizileri, o aşklar, mahalle ruhu?’’ açlığını doyuracak. 
 
 

● Yeni heyecanından bahsedelim; ‘Ulan İstanbul’un ardından nasıl bir iş geliyor?
‘Ulan İstanbul’daki kurmaca ailenin yerini, gerçek ama dağılmış aileye bıraktığı bir hikâye geliyor. Adı da ‘Familya’. Fox TV’de ekrana gelecek. Yapım TMC; Erol Abi’yle (Avcı) yeniden buluştuk bu sayede. 2002 yılında Dünya Kupası’ndaki Türkiye-Senegal maçıyla başlıyor hikâye. İlhan Mansız’ın altın golü attığı maçla Türkiye o gün en mutlu anını yaşadı. Herkesin kutlama yapmak için sokaklara döküldüğü gündü. Fakat hikâyedeki ailenin en acı anı yaşanıyor o maç esnasında ve dağılıyorlar. İkisi kız, ikisi erkek dört çocuklu ailemizin hayatı bu trajik günden sonra değişiyor tamamen. Ve Uğur Yücel’in oynadığı baba karakteri Güneşdağı kasabasına yani baba toprağına gidiyor. Bu olaydan tam 14 yıl sonra, öğrendiği üzücü bir haber sonrası mazideki defterlerin hepsini kapatmak zorunda hissediyor ve ailesini bir araya toplamak için kolları sıvıyor. ‘Babam ve Oğlum’un geçtiği çiftlikte çekilecek. 
 
● “Nerede o eski sıcak aile dizileri” arayışına cevap veren bir dizi izleyeceğiz galiba. 
‘Familya’da amaç klasik bir aileyi anlatmak değil. Dili yepyeni. Fakat senin de dediğin gibi “Nerede o eski filmler?” denilen anda hemen o özlediğimiz sıcaklık çıkıyor ortaya. Eskiden ‘Yabancı Damat’, ‘İkinci Bahar’ ve ‘Canım Ailem’ gibi sıcacık işler vardı. Tabii onlardan da önce Yeşilçam filmleri söz konusu. Tam bu noktada eskiyi arama ve öykünme ama onun aynısını yapma durumu beni tatmin etmemeye başlamıştı. Aslında ‘Yaprak Dökümü’yle başlayan, ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ ile devam eden ve hiçbir şekilde normal olmayan ailelerle karşı karşıyayız. Herkesi kanatları altına alan baba figürlerinden uzaklaşıldı. Türkiye’de şu an kadının erkek üzerinden duyduğu mağduriyet, Almodovar’ın filmlerindeki genel erkek söylemi  gibi  oldukça sert gösterilmeye başlandı. ‘Familya’da izleyeceğimiz aileyi hem iyi yönleri hem de arızalarıyla göreceğiz. Fakat ahlakları bozuk değil, her birinin defoları var sadece. ‘Shameless’taki gibi bir aile değil yani. Onu da Türkiye’ye uyarlıyorlardı, ne oldu? (gülüyor). 
 
● ‘Shameless’ın Türk ekranlarına uyarlanma fikri ancak bir ütopya ya da 1 Nisan şakası olabilir herhalde. 
Zaten ‘Shameless’ın uyarlanması televizyonun Gezi Hareketi olur. İçkinin adını söyleyemediğimiz, kadeh kaldıramadığımız veya herhangi bir cinsel kelimenin kullanılmadığı bir dünyada ‘Shameless’ın uyarlanması gerçekten de ütopik bir fikir. Bir de böyle işleri alıp muhafazakarlaştırdığımızda orijinaline saygısızlık yapıldığını düşünüyorum. 
 
● Peki, ‘Familya’daki aile nasıl?
Büyük kız evli. Damadın familyasında da ayrı sıkıntılar var; renkli bir karakter. Bu dönemde çok sık karşılaştığımız erkeklere benziyor. Ailenin her bir üyesi kasabaya gelirken “Bir konuşup, babamı görüp geri dönerim” düşüncesi içinde olsa da bir şekilde orada kalıyorlar. Eski bir aşk, düşmanlar, engeller ve hiç beklenmedik bir aşka tanık oluyoruz. 
 
● İki filmden sonra Uğur Yücel’le ilk defa bir dizide birliktesiniz. 
Evet, ‘Benim Dünyam’ ve ‘Yaktın Beni’ filmlerinden sonra bu ilk dizi. Zaten baba rolünü ona yazmıştım. Ve her şey onun beğenmesiyle başladı. Temmuz ortası gibi set başlayacak ve eylülde de yayında olacağız. Can Yücel yönetiyor. Can, benim hem hayal ortağım hem de hayatımdaki en yakın kişidir. ‘Ulan İstanbul’un genel hikâyesini de beraber tasarlamıştık. Şimdi de ‘Familya’da yeniden bir aradayız. 
 
● Birçok kişinin hayalini kurduğu bir şeyi sen üç kere gerçekleştirdin. Uğur Yücel’le çalışmayı nasıl anlatırsın?
Uğur Yücel’i böyle anlatmak çok zor tabii, sabaha kadar anlatmam gerekir. İnsanın erdemli ve özgür biri olma yolculuğunda bir mertebe gibi Uğur Abi. O çok özel biri, çok derin bir ruh, hep genç kalan bir zihin. Sanatın ve hayatın pek çok alanında biriktirdiklerini çok iyi izah eden ve bunu egolu bir konumdan yapmayan, lisedeki sıra arkadaşın misali alçakgönüllü mevkiden yapan biri Uğur Yücel. Ondan bu alanlarda o kadar çok şey öğrendim ki, bende emeği çok büyük. Ona pek çok sıfat yükleyebilirim; ustam, abim, babam... Ondan öğrenecek erdem çok. Müthiş bir oyuncu ve düşün adamı. Onunla çalışırken ‘’Abi şurayı da böyle bağlayıp geçtim’’ deme şansınız yok. Olayı yediremezsiniz, beklentisi her zaman yüksek. Onunla çalışmadığım projelerde de Uğur Abi’nin fikrini alırım mutlaka. Zaten Uğur Abi, Can ve ben neredeyse yedi yıldır haftanın beş günü beraberiz. İş yapmasak da bir araya gelir film izleriz, hayattaki her alanın değerlendirmesini yaparız. 
 
● Peki, kadroda başka hangi isimler var?
Kadro neredeyse tamamlandı fakat o işin sürprizi olsun (gülüyor). Ekibin en büyüğünü söyledim, bir de en küçük ismi vereyim. Uğur Yücel’in torununu Berat Efe Parlar oynuyor. ‘İftarlık Gazoz’dan sevdiğimiz, yetenekli ve çok sempatik bir çocuk. ‘Ulan İstanbul’ seyircisinin tanıdığı isimler de var. 
 
● Esas kız ile esas oğlanın olmadığı bir hikâye galiba.
Aynen! Net bir başrolü ya da prens ve prensesi budur gibi durumlar yok. Çoğu oyuncu bunu severek tercih ediyor. Ancak bir genelleme yapamam tabii ama daha genç kuşakta o prens ve prenses olma trendinin içinde yer alma arzusu var. Karaktere çok yaklaşmayıp pozisyona bakan kişiler oluyor. ‘Ulan İstanbul’daki gibi bunda da her karakter eşit ağırlıkta. 
 
● Özellikle 2002’deki o tarihi maçı seçmenin nedeni nedir?
Sinemadan sonraki ikinci ilgi alanım futbol. Bir gün eski milli maçlarla ilgili bir kolaj izliyordum. İlhan Mansız’ın gol attığı maçın özeti geldi. O anda aklıma Ankara Polatlı’daki evimizde annem, babam, anneannem ve dedemle birlikte maçı izlediğim an geldi aklıma. Rahmetli anneannem balkon yıkıyordu o sırada. Merak etme korktuğun gibi bir şey olmadı (gülüyor). Fakat o gün travmatik olmasa da mutsuz bir olay yaşanmıştı ailede. Bundan dolayı biz de tam sevinememiştik. Hikâyenin başlangıç noktası da buradan çıktı. 
 
● Romantik komedilerin ağırlıkta olduğu sektörde komedi ve melodram türleri de biraz kendini göstermeye başladı sanki. 
Kesinlikle! Mizah ve komedi donelerinin olduğu ama içinde üç aşk hikâyesinin de yer aldığı bir dizi. Bu aşklardan biri boğazda düğüm bırakan cinsten, diğeri kavuşması zor ve sürprizli, üçüncüsü de ‘’Benim kadınım budur’’ veya ‘’Benim adamım budur. Keşke biri beni böyle sevse’’ denilecek bir aşk hikâyesi. Muhafazakarlaşmış bir ideoloji, kadına daha kapalı ve sert bakan bir dünya görüşünün hâkim olduğu bugün böyle deyim yerindeyse lay lay lom dizilerin çıkması iyi ve umut verici. Çok iyi genç oyuncularımız da var. Umarım herkesin işi uzun ömürlü olur ama suyunu çıkardık biraz da. ‘Ulan İstanbul’daki komedi drama söylemiyle, güneş, yağmur ve gökkuşağının aynı anda görülmesi gibi bir karma yapmaya çalışmıştım. 
 
● Mizahı silah olarak kullanıyorsun aslında. 
Evet, o kadar trajik hikâyeler var ki bunu yaparak nefes aldırıyorum o olay akışına. Ailelerin kapalı kapılar ardında sakladıkları nice sorunlar var. Babanın anneden rol çalması veya tam tersi, kurulamayan anne baba dengesi ve eskilerin yuvayı yaşatmaları için kadının susmasından doğan arızalar... Bunlar eskidendi. Şimdi evlilik trendi var. Ve boşanma oranları da oldukça yüksek. Böyle bir tabloda kalıplaşmış romantik komediye sapmak veya sadece komediye başvurmak yerine mizahı silah olarak kullanıyorum. 
 
● Peki, yaygınlaşan romantik komedi trendi içinde sektörü nasıl yorumluyorsun?
Maalesef birbirine benzer ve neredeyse aynı olan işler arttı. Romantik komedi türünde, pastel diyebileceğimiz, daha genç diziler yapılacaktır. Ancak bu tür yapımlarda beni rahatsız eden son dönemde fakir kız zengin oğlan hikâyelerine dönülmesi. Kadını resmen zengin erkeğe kapağı atmaya programladılar. İşin acı yanı bu aklı veren anne karakterlerini görüyorum. Ahlâk ve erdem biraz unutulmuş. Kaslı ve dövmeli erkeklere hayran cümleler kuran karakterler söz konusu. Zaten kadın sorununun bitmediği, her gün bunun siyaseten mücadelesinin verildiği noktada kadını çok alaşağı ediyor. ‘Binbir Gece’, ‘Zerda’ ve ‘Fatmagül’ün Suçu Ne’ gibi diziler bu anlamda kadın sorununa çok iyi değinen işlerdi. Oradan nasıl bu noktaya geldik merak ediyorum. 
 
● Bir de Kore uyarlamaları ve yabancı dizi ile filmlerden bolca esinlenme söz konusu. 
Bugün RaniniTV web sitesinde okudum; ‘Kürk Mantolu Madonna’nın diziye uyarlanma ihtimali varmış. Burada ticari olarak ne görüyorlar anlayamadım açıkçası. Bence geçmişteki Reşat Nuri Güntekin ve Orhan Kemal uyarlamaları çok başarılı oldu. Hollywood da şu an edebiyata dönmüş durumda. Fakat ‘Kürk Mantolu Madonna’ ile edebiyata dönmek yanlış bence. Kore uyarlamaları da kanımca ‘Bir Aşk Hikâyesi’ ile başladı. Giderek de tırmanıyor.
 
● Kore uyarlamalarını nasıl buluyorsun?
Kore dizilerini nitelikli bulmuyorum. Çok abuk durumlardan yola çıkıp tesadüflerle bağlanan bir hikâye sarmalı söz konusu. Polisiyeleri nitelikli ama. Her halükarda ben tüketicisi değilim. Baktığınızda aile ve aşk konularında Yeşilçam gibi bir deryamız varken neden Kore uyarlamaları? Arzu Film’in biçimlendirdiği bir yapı var. 1990’larda çok iyi diziler üretildi. Rahmetli Sulhi Dölek, ‘Yabancı Damat’, ‘Süper Baba’ ve ‘İkinci Bahar’ gibi muazzam işleri yazdı. Yeşilçam’da ise Sadık Şendil var. Özgün sinemacılarımız çok iyi işler yapıyorlar. 
 
● Bu gidişat ne kadar devam eder sence?
‘’Nitelik değil, nicelik önemli’’ anlayışını bırakmadığımız sürece maalesef devam eder. Ayrıca şu durum söz konusu; tek bir dizisi tutan kişi iyi senarist ya da başrolü olduğu işi iyi giden isim iyi oyuncu gibi etiketlemeler yapılıyor. Maalesef bu isimler televizyonun öğütüp sindireceği kişiler. Set ekipleri ve emekçilerini bir kenara koyarsak işe sadece para için baktıklarını düşünüyorum. Bu bir ticaret artık, iki reklam arasını dolduruyoruz. Durum böyleyken esnaflaşarak yazanlar da oluyor. En büyük sorun yapımcının kafasına yaklaşılma çabası. Dizi kafası dizi üretiyor şu an, senarist kafası değil.
 
● Peki, bugünkü ‘’İyi senaryo yok’’ serzenişi içinde dizi süreleri 45 dakikaya inse özgün işler çıkar mı?
‘Ulan İstanbul’, ‘Behzat Ç.’, ‘Leyla ile Mecnun’, ‘Kardeş Payı’, ‘Poyraz Karayel’... Bunlar bence özgün işler. Kerem Çatay anlatmıştı; bir platform oluşumu var. Netflix’in Türkiye’de içerik üretmeye başlayacağı konuşuluyor. Keza HBO da öyle. ABD’deki Pay TV gibi 45 dakikalık dizilerin yayınlandığı bir yapılanma kuruluyor. Fakat Türkiye’deki dizi senaryosu kalıpları birçok senaristte mesleki yıpranma yarattı bence. Söylediğin kalitede dizilerin üretilmesi konusunda başka yaratıcıların devreye gireceğini düşünüyorum. Bugün Kore dizisi uyarlayan ya da şu anki sektör normlarında dizi yaratan ekip değil, aslında özgün içeriklerini bugüne kadar televizyona satamamış kişiler burada topa girmeli. Herkes ‘Breaking Bad’i, ‘Fargo’yu ve ‘Sopranos’u izliyor. Ancak burada dizi yapmaya kalktığında herhangi bir zeka kıvrımı yok. Bu nedenle süre de inse çok güç bu kadar sayıda orijinal işin çıkması. 
 
● İşin kötü yanı bugünlere 90 dakika eyleminden gelindi bir de. 
‘Yaktın Beni’ için Almanya’da bir film festivaline katılmıştım. Orada haftalık 110 dakika yazıyoruz dediğimde herkes çok şaşırdı. ‘Sherlock’ tadında mini dizi hayal ettiler. 120 sayfanın 6 günde çekildiğini duyduklarında durumun sürreal olmadığını anladılar. Düşünebiliyor musun; bakıldığında televizyondaki bu durum bir şarkıcıya ‘’7 saat konser ver’’ demek gibi bir şey. Tek gelir kaynağımız da bu. Her dizi bir fabrika. Aileleriyle birlikte neredeyse 1000 kişi ekmek yiyor. Kötü bir dizi gördüğümde ‘’Reytinglerde 3’ü görsün de ekmek parası çıksın ama umarım eve girmemişlerdir’’ diyorum. Eskiden dizi tuttuğu anda 10’uncu bölümden eve girme yani ev kredisi alma durumu yaygındı. 
 
● Oyuncular zorlu koşulları görmekle birlikte senariste yükleniyor. Peki, sen onları bu tabloda nerede görüyorsun?
Kendi üzerine proje isteme dönemi başladı oyuncularda. Menajerleri vasıtasıyla bunu dillendiriyorlar da. Projenin temelde ne olduğu, pozisyonu hesaplaması gerekirken tam tersi oluyor. Skeçlerdeki yapımcıların zihniyetine sahip bir kafa da oluştu. ‘’Şu çocuk şurada tuttu, bari ona bir dizi yapalım’’ deniliyor. Açıkçası o ‘’tutmanın’’ analizinin yapıldığını düşünmüyorum. Türkiye’de birinci derecede yıldız olan oyunculardan bu yıl Beren Saat dışında kimse yoktu ekranda. Fakat sektör yürüdü yine de. 
 
● İzleyiciyi tutmak da zorlaştı zaten. 
Artık dizi izleyicisi çok maymun iştahlı. Yazın ara veren diziyi o dönem başlayan başka yapımla aldatıyor. Sonra yeni sezonda ona dönüp bakmıyor. Artık diziler bir sezonluk. Sürelerin uzaması izleyicinin bıkmasını kolaylaştırdı. Oyunculuk standardı çok iş olduğu için düşüyor. Sen yapımcıya orijinal bir iş önerdiğinde bir yerden sonra ‘’Fasulye ayıklayan kadın burada ne izleyecek?’’ gibi dünyada cevaplanması en zor soruyu soruyorlar sana (gülüyor). 
 
● Televizyondaki handikaplar belli. Peki, Türkiye’de sinemaya bakıldığında neden fantastik, bilimkurgu veya sağlam bir korku filmi yok?
Korkudan başlayayım. İslâm, cin, dabbe gibi terimler üzerinden ilerleyen, sabit gişesi olan bir etkinliğe dönüştü bu tür. Fantastik türüne girilmemesinin nedeni bence Hollywood’la kıyaslanma endişesi. Aksiyonda da aynı durum söz konusu. Ayrıca televizyondaki iki reklam arasını doldurma anlayışı sinemada AVM’leri doldurmaya dönüştüğü için işimiz zor. Bir de hayvanat bahçesi müdürünün TÜBİTAK Başkanı olduğu, namaz kılan robotların yapıldığı bir ülkede nasıl bilimkurgu yapılabilir ki? Şimdiki başbakan Binali Yıldırım’ın ‘’Bu teknolojiyi çok da kurcalamayacaksın’’ dediği bir Türkiye’de zaten bunun karşılığı olamaz sinemada. Fakat fantastik, bilimkurgu türünde öyküler var bizde. Galip Tekin ve Kenan Yarar’a bakın; o tayfanın ruhu daha derindi. Ne diyeyim iki sektör de ayrı dertli, ayrı sorunlu maalesef. İşimiz zor yani (gülüyor). 
 


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER