Muhteşem Yüzyıl Kösem, geçtiğimiz hafta uzun süreden beri merakla
beklenen ilk bölümüyle ekranlara gelip adına ve yarattığı beklentiye yaraşır
bir açılış yapmıştı. Haliyle dün akşam ekrana gelen ikinci bölümü de en az ilki
kadar merakla beklendi. Yeni diziyle tanışma faslının artık yavaştan bitip
olaylara tam anlamıyla dahil olmaya başlayacağımız ilk bölümdü zira. Ve en az
ilk bölüm kadar kritik olan bu ikinci bölüm dün akşam seyircinin beğenisine
sunuldu. Ancak ne yazık ki ilk bölümün masalsılığı, görkemi ve akıcılığının
aksine bu sefer şaşırtıcı derecede “olmamış” bir bölüm çıktı karşımıza.

Dersimiz : Game of Thrones
Dizinin ilk yönetmeni Zeynep Günay Tan’ın ilk bölümün
çekimlerinden sonra beklenmedik şekilde yolun daha en başında yönetmenlik
koltuğundan ayrılması ve yerine ilk dizinin final sezonunu yöneten Mert Baykal
ve Yağız Alp Akaydın ikilisinin tekrar o koltuğa oturmasının etkisiyle ister
istemez yaşanmış olabilecek bir bocalamanın etkilerini gördük ikinci bölümde. İlk
bölümün aksine damaklarda bıraktığı tat bağlamında genel olarak çok daha kuru
ve temposu çok daha “yavaş” olan bu bölüm, aynı zamanda kurgu olarak da ilginç
bir şekilde oldukça kopuk kopuktu.
Dizinin ilk bir saatlik bölümü gerçek
anlamda herhangi bir çarpıcı olay / sahne içermezken, ortalarına doğru güzel
bir şekilde toparlanıp yine aşina olduğumuz Muhteşem Yüzyıl şablonuna oturmaya
başladı çok şükür dediğimiz anlarda, aralara giren ve bölümün genel konusu ve
dizinin genel atmosferinden bağımsız olan Yeniçeri Ocağı sahneleriyle yine bütünlüğü
ve dokusu bozulan bir hale girdi. Açıkçası ikinci bölümü kurtaran tek şey, izleyen
herkesin çok iyi bildiği o malum Şehzade Mustafa sahnesi oldu. Bunun haricinde
bir türlü bütünlük oluşturamayan, kurgusu oldukça sıkıntılı, dahası harem
sahneleri açısından da ilk dizinin fazlasıyla tekrarı (hatta direk taklidi) olan,
Muhteşem Yüzyıl tarihinin en vasat bölümlerinden biri olarak külliyattaki
yerini aldı. Bölümün bu her anlamda sıkıntılı durumu reytinglere de yansıdı ve
AB grubunda 1. olmasına rağmen Total’de 7. sıraya gerileyerek Muhteşem Yüzyıl
açısından nahoş da bir ilki yaşattı.

Duygusal sahne olacak dediler, Şeytan olduk iyi mi...
Kösem’in tanıtımları sosyal medya üzerinden yapılırken yeni
dizinin, çoğunlukla harem ve kadın entrikaları odaklı olan (ve bu nedenle erkek
seyirci tarafından bol bol eleştirilip burun kıvırılan) bol romantizm soslu ilk
dizinin aksine bu defa erkek seyirciyi de avucunun içine alacak güçlü bir
dünyasının olduğu özellikle belirtilmişti. Malumunuz, ilk dizinin final
yapmasından sonra geçtiğimiz sene gösterime giren bir diğer iddialı Osmanlı
dizisi Diriliş : Ertuğrul tarihi temalı olan bu tür dizilerde harem içi kadın
kavgaları ve pembe dizi entrikaları değil, daha “gerçekçi” şeyler görmek
isteyen erkek seyirciyi tam anlamıyla avucunun içine almayı başardı.
Dizinin
iddiası zaten en başından beri “biz haremde kadınların koynundan çıkamayan
padişahlar değil, at üstünde savaşan Osmanlılar’ı göstereceğiz” şeklindeydi ve
ne kadar iyi ya da kötü bir iş olduğuna bakmaksızın bu iddiasının altını
doldurduğunu ve erkek seyirciyi tavlamayı başardığını kabul etmek lazım. Hal
böyle olunca artık rakipsiz bir Osmanlı dizisi konumunda olmayan Muhteşem
Yüzyıl’ın bu konudaki iddiasının altını doldurmak için çok daha fazla çaba
sarfetmesi gerekiyor.

Yeni setlerim çok şekil, önümden çekil.
Ancak ilk bölümden bile daha uzun olan, tam 2 saat 33
dakikalık devasa süreli ikinci bölüm maalesef dizi tarihinin görüp gördüğü en kötü
aksiyon sahnelerinden birini içeriyordu. Şehzadesi Mustafa’yı kaçırmaya çalışan
Halime Sultan’ın Şahin Giray kardeşe yakalanması ve akabinde slow motion
kurguyla yaklaşık 5 dakikaya yayılan, inandırıcılıktan çok uzak olan o kılıç
dövüşü sahnesinden bahsediyorum. İlk dizideki Mohaç Savaşı haricinde ekrana
gelen benzer her türlü savaş/dövüş sahnesinden sonra bu konuda çok eleştiriler
getirilmiş olmasına, böyle tarihi temelli bir Osmanlı dizisine yakışmayacak
özensizlikte ve oldukça basit kalan aksiyon, savaş / sefer sahnelerinin
geliştirilebilmesi için özellikle erkek seyirciler çok yazıp çizmiş söylemişti
ancak bu defa erkek seyirciyi de avucunun içine alma iddiası olduğunu söyleyen
Kösem ekibinin dün akşam ekrana getirdiği bu söz konusu sahneyi görünce insan
artık ister istemez kasten bu sahneleri bu kadar özensiz ve uyduruk
çektiklerini, kim ne kadar eleştiri getirip talepte bulunursa bulunsun “zinhar”
üzerlerine alınıp düzeltmeye de hiç niyetlerinin olmadığını düşünmeye
başlıyor.
Bu konuda artık önlerinde böyle dişli bir rakip de varken daha hâlâ
bu şekilde devam etmeleri ancak, “biz nasıl olsa her zaman zirvedeyiz” gibi bir
rehavete kapılmış olma, bir kendini beğenmişlik psikolojisiyle açıklanabilir sanıyorum.
Halbuki dinamik bir kurguyla 1.5 – 2 dakikada halledilip bitirilse çok daha
etkili ve şık duracak olan bu tür aksiyon sahneleri haddinden uzun süren
bölümlerin aşırı yavaşlama tehlikesine düşen kurgusunu da hızlandırıp seyirciyi
şöyle bir kendine getirecek. Erkek seyirciyi avuçlarının içine almak için
sadece oldukça iyi detaylandırılmış Yeniçeri Ocağı sahneleri yetmeyecektir maalesef.
Erkek seyirci gerçekten aksiyon görmek ister, kurguda dinamizm, kılıç dövüşü
gibi sahnelerde “gerilim” duygusu ister, dramatik müzikler eşliğinde slow
motionlara boğulmuş “aksiyon sahnesi gibi yapan görüntüler” toplamını değil.

Yüzümden her saniye buram buram hainlik akmasa daha mı inandırıcı olacağım ne?
Üstelik bu durum sadece bu sahneler için değil, harem içi
kavga sahneleri için de geçerli. Tıpkı ilk dizide olduğu gibi iki tane
cariyenin amiyane tabirle saç saça, baş başa kavga etmeleri bile slow motionlar
eşliğinde sanki destansı bir olaymış gibi sunuluyor. Kurguya hareket katacak
bir aksiyon unsuru deseniz aksiyon değil, gergin bir kavga ortamı deseniz o da
değil. Muhteşem Yüzyıl bu gibi detayların zararını seyirci bazında her zaman
görüyor ama bu konuda olumlu yönde bir değişiklik yapmaya da inatla direniyor.
Kaldı ki ikinci bölümde gösterilen Yeniçeri Ocağı sahneleri her ne kadar o örgütün
yapısı ve işleyişiyle ilgili takdire değer bir özenle çalışılmış detaylar
vermiş olsa da bölüme en çok zarar veren de yine bu sahnelerdi. Çünkü ne
bölümün ana konusuyla, ne de dizinin genel dokusuyla uyuşmayan, yarım saatte
bir 5’er dakikadan ekranda görünüp bölümün akışını bozan unsurlar oldu. Belli
ki oldukça iddialı bir yatırım yapılmış ve çok da güzel inşa edilmiş böyle
setlerde geçen hikayelerin bölümlerin konularına yedirilebilmesi lazım ki hem
amaçlanan etkiye ulaşılıp erkek seyirci elde tutulabilmiş olsun, hem de onca
özen boşa gitmesin.

Game of Thrones Reloaded...Once again...
Bölümün en önemli olayı ve doğruyu söylemek gerekirse bu
kadar sorunlu bir bölümü kurtaran yegâne şey ise yukarıda da bahsettiğim gibi
küçük Şehzade Mustafa’nın urganın ucunda gidip gelen boynunun akıbetini
izlediğimiz sahnelerdi. Kösem’in anlattığı dönem ve ilk bölümün girişinden de
anlaşabileceği gibi ilk diziden daha karanlık bir dizi olacağının belli
olduğunu söylemiştim, söz konusu sahne de bunun – şimdilik – en açık göstergesi
oldu.
Etkileyiciliğini zalimliğinden alan ve seyircinin psikolojisiyle resmen
kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan bu sahne gerçekten oldukça etkileyiciydi
ve küçük şehzadeyi canlandıran küçük aktör Alihan Türkdemir, kelimenin tam
anlamıyla dizinin yetişkin oyuncularına şapka çıkarttıracak bir performansla
oynayarak bütün övgüleri haketti. Kelimenin tam anlamıyla ileride padişah “Deli
Mustafa” olarak anılacak olan bu şahsiyetin nasıl delirdiğini, o küçücük yaşta
öldürülme korkusuyla psikolojisinin nasıl altüst olduğunu birebir
hissettirdiler seyirciye. Boğduruldu mu, boğdurulmadı mı diye beklerken ekran
karşısındaki seyirci bile delirecek gibi oldu. Belki de bu sahnelerle zaten
asıl ulaşılmak istenen hedef de buydu.

Doğru çığlık için doğru şimşeği bekliyorum...Get busy living or get busy dying...
Yalnız burada da bir negatif durum söz konusuydu dizi
açısından. Yaklaşık 15 dakikaya yayılan ve akla gelebilecek her türlü iç
parçalayan detayla ve canhıraş çığlıklarla yürekleri kanırtan bu sahne amacına
ulaştı ulaşmasına ama fazlasıyla ajite edildiğini de söylemek gerek. Muhteşem
Yüzyıl dramayı hissettirmek için bu türden ajitasyon pornosu olmaya, bu derece “ağlatana
kadar seyirciyi sömüren” klasik Türk dizileri yapısına sırtını dayamaya, kısacası drama adına "ucuzlaşmaya" ihtiyaç
duymayan / duymaması gereken bir dizi. İlk dizide de bir çok trajik ölüm
sahnesi oldu ama hiçbirinde bu derece ajitasyon yapılmadan gayet dozajında ve şık
bir şekilde halledildi her şey.
Belki bir tek, bir anlamda da cezalandırma
işlevi görmesi açısından Şehzade Bayezid’in oğullarının önce gözlerinin önünde
katledilişinin izletildiği, sonra da kendisinin katledildiği meşhur sahne
anılabilir bu noktada. Dün akşamki sahne de etkileyiciydi evet ama bu kadar aşırı dram, bu kadar
aşırı duygu sömürüsü de seyirciyi her an ekran karşısından kaçırabilir. Zaten
2.5 saatlik süresinin tamamı aksiyondan ziyade drama bel bağlayan bu tür bir
yapımda benzer yoğunluktaki sahneler ileride seyirciyi de yoracaktır. İkinci
bölümü kurtardılar ama bundan sonrası için işi biraz daha dozunda tutmaları
sanıyorum biz seyircilerinin psikolojileri için daha hayırlı olacaktır.

Ben bu full boğaz manzaralı gizli yerden taaaa zindanlara depar atana kadar Mustafa'yı boğmasın bu cellatlar kız?? Nasıl senaryo öyle tövbe haşaaa...
Dizinin müzikleri konusunda da hâlâ aşılamayan bir sıkıntı var maalesef, iki dizinin birlikte bir bütün oluşturamayan müzikleri bölümlerin ve sahnelerin de bir bütün olarak uyumunu bozuyor ve aynı hikayeyi aynı tonda anlatamıyorlar. Acilen düzeltilmesi gereken eksiklerden biri olma yolunda hızla ilerliyor bu durum. Bu konuda da yazacak birkaç bir şey var ama şimdilik onları bir sonraki yazıya bırakalım. Bakalım 3. bölüm, 2. bölümde düşen ivmeyi ve reytingleri
tekrar yukarı çıkarabilecek ve Kösem’den beklediğimiz şeyi bize vermeye devam
edebilecek mi, gelecek Perşembe akşamını bekleyip göreceğiz.