Tüm yaradılış efsaneleri ejderlerin beş farklı renkten ortaya çıkmış
olduklarını anlatırdı. Küçüklüğünde az çok eğitim almış her minik ejderha da hikayeyi
ezbere bilirdi. Efsaneye göre yaradan paletinden önce yanardağların kahve-kırmızısını
kazımış ve tuvaline aktarmış. Her damlasından ortaya dökülen tutku ve arzularla
bezenmiş dişi güzellige 'Rojorex' adını vermiş. Sonra tuvaline biraz gökyüzü
mavisi, biraz deniz tuzu eklemiş ve dingin sakinlikle ortama akan melankoliye bakıp
'Azulis' demiş. Devamında elinde kalan renklere göz gezdirip iç geçiren yaratıcı
anamız, bu sefer paletinden bir tutam orman yeşili ve az biraz gezegen beyazı
almış. Tuvaline dağıttığı bu iki huzurlu ferahlık karşısında gülümsemiş ve kendi
kendine fısıldamış, ‘’Verderis ve Blancex’’ demiş. En sona kalan koskoca bir
karanlıkmış, paletindeki siyahlığı suratını buruşturarak kullanırken ağzından
son bir cümle dökülmüş:Negronsis! "Ve işte bu üç erkek ve iki dişi
ejderha şekillendirecek bundan böyle geçmişin bilgeligini, gelecegin kaderini,
yıldızların ışıltısını, yaşamın ebediyetini ve ölümün karanlığını!”
Tam dört kardeşi vardı ilk doğdukları anda, beş farklı yumurtadan
çıkmışlardı iki dişi ve üç erkek. Hepsinin küçüklüğünü gözünün önünden geçirdi
birer ikişer... Çelimsiz görünen Viserion, her daim geveze olan Ariatia, sessiz
sakin ve olanı biteni hep uzaktan izleyen Retroreon, son olarak da güzeller
güzeli Sanseina. Balerion kardeşleriyle birlikteyken ilk gençlik çağlarında ne kadar eğlenmiş, kavga gürültü itiş kakış içersinde ama mutlu ve
heyecanlı bir yaşam sürmüştü. 40-45 yıl kadar. Şimdi neden böyle olmuştu acaba?
Niye dört bir yana dağılmışlardı ansızın? Bir daha ne zaman görüşebilecekler,
hep birlikte olabileceklerdi yeniden?
Ortak doğum günlerinin yaklaştığını hatırladı Balerion, 50 yaşlarına
basacaklardı beşi birdenç. Bunu görkemli bir şölenle kutlamak gerekirdi. Hepsine
birer hediye bulmalıydı yüreğinden gelecek şekilde. Hepsini evlerine geri
çağırması lazımdı en kısa zamanda.
Evlerine yine kış geliyordu yakında, ufacık kabilede huzursuzluklar baş
göstermişti. Başa geçen herkes geçmişlerini yargılamaya çalışıyor, gücü bulan
merhameti kaybediyordu. Başlarına seçtikleri en bilge ejderha bile etrafında
bulunan her bir ejderin inancını sorgulamaya başlamıştı; katı tekdüze
yaklaşımıyla. Her geçen gün daha fazla talebi oluyordu, inancı gereği kurban
istiyordu. Fakat zaten inancını kaybetmiş varlıklar daha ne kadar boyun
eğebilirdi bütün bu isteklere? Hiç kimse saf ve bütünüyle masum değildi. Herkesin yansıttığı renkleri vardı bu evrende ve o renkler kazındığında
altından çıkacakları kimse tahmin bile edemezdi.
Evet, inanç kesinlikle iki ucu
keskin bir bıçaktı, biraz dikkatsiz olunca insan kendi kendini vurabilirdi
oynadığı bu oyunda. Ava giden avlanır misali, etrafında adalet ve arınma
isteyebilen insan kendi yaptıklarından da sorumlu olacağı zamanın geleceğinin
farkında olmalıydı. Bazıları yaptıkları ve yarattıkları gücü kontrol edemeyerek
onun alevinde yanmayı hak ediyordu, kaybedecek çok şeyi olanlar hata yapma
lüksüne sahip değildi oyunda. Ne geçmişte ne de gelecekte... Kontrol edemeyeceğin
güç önünde sonunda seni de yakar, kavurur düşüncesiz Cersei’cim! O yüzündeki
tatmin olmuş gülümsemeyi kolayca silip atar, sonunda da kendini savunmasızca
yerde yatarken boş yüzlere, karşı boş tehditler savururken bulabilirsin bir
çırpıda.
O
asla ikili oynayabilen biri olmamıştı, her zaman kartlarını açık eder, her
zaman bildiğini okurdu. Yüzlerce kilometre uzaktan avına yaklaşırken bile kafasında
tilkiler dolaşmazdı. Asla ihanet etmemişti inandıklarına, sadece hiçbir şeye
körü körüne inanamamıştı o kadar. İşte bu sayede ailesinde de herkesi kendine
inandırabilmişti. Bu sayede kimse şüphelenmemişti yapabileceklerinden ve
toplanmıştı herkes Kocadağ’ın tepesindeki devasa galeride. Sadece küçük
çelimsiz kardeşi gelememişti kuzeyde yerleştiği buzlar içerisindeki diyarından.
Dünya üzerinde güvenebileceği
kimse kalmamıştı, güvenebilecekleri ona hep sırt çevirmiş hep ihanet etmişti, o
yüzden belki de karşısında dik durabilen bu şişkoya aşık olmuştu kalbinin
derinliklerinde. O aşkı belki de yüz ifadesinden şişkoya yansıtmış, ve kalbini
ısıtıp kendisinden güçlülere kafa tutma cesaretini aşılamıştı adamının içine
içine. Şanslarının da yardımıyla kurtuluşlarını kutlamak için kendilerini
yataklarına attıklarında artık düşüncelerinde ne geçmiş ne gelecek vardı, ikili
bugünü doyasıya yaşayacaktı artık.
Dorne’a
kıyılarına doğru uçmak istedi Balerion. Dorne’lu dişilerin ölümcül
güzelliklerini anlatan hikayeler ile büyümüştü ama hiçbirini görmemişti
rüyasında bile... Acaba oralarda hala yaşayan bir ejderha bulabilir miydi? Devasa
kıtaları ayıran dar denizin üzerinden geçerken aklında hala çelimsiz kardeşi Viserion
vardı. Acaba ufaklık nerelerdeydi, ne yapıyordu kendi doğum gününe bile katılamayacak
kadar kendini ailesinden alıkoyabilecek ne işler çeviriyor olabilirdi? Ölümün soğuk nefesinden kurtulduğunu
öğrendiğinde, ailesinin öcünü alabilmek için devasa ikizinin karşısına
çıkabilecek cesareti olabilecek miydi?