Acılar yarışmış, kaybeden yine insanlık olmuş..
8 Mart 2016'da, yani tam "Emekçi Kadınlar Günü"nde Gezici Araştırma Şirketi 2 bin 864 kadınla yüz yüze yapılan bir anket yayınlamış. Bu ankete katılan kadınların yüzde 44.7’si şiddet gördüğünü beyan etmiş. Şiddet gördüğünü söyleyenlerin yüzde 67.8'i "Eşimin beni öldürmesinden korkuyorum" demiş. Aynı araştırmaya göre Türkiye'de üniversite mezunu kadınların yüzde 22.6’sı, lise mezunu kadınların yüzde 44’ü, ilkokul mezunu kadınların yüzde 65’i şiddet görüyor. Bu kadınlar şiddet gördüğü halde neden bir şey yapmıyor? Ankete katılanların yüzde 58.4’ünün bu soruya cevabı "gidecek yerim yok.” olmuş. Bu cevabı yüzde 27.7’lik bir oranla ekonomik imkânsızlıklar takip etmiş. Yani kadınlar eğitim ve geliri olmadığı için zulme tahammül ediyor. İstatistikler böyle diyor. Şiddetin haritası ülkemizde istatistiklere yansıyandan çok daha karmaşık. Hiç konuşmayanları hesaba katmak lazım... Şiddetin yaygın olarak bilinen şekli fiziki olan. Duygusal şiddet henüz yeterinde tanımlanmış değil. Sözlü olarak uygulanan şiddet taraflar arasında hâlâ daha makul karşılanıyor; yaygın olarak uygulanıyor. İnsanlar birbirlerine duygusal şiddet uyguladıklarını idrak etmekte ve kabullenmekte oldukça zorlanıyorlar. Bir tokat yemekle, hakaret işitmek nedense aynı terazide tartılmıyor. Oysa yok birbirinden farkı..

Evvelce çeşitli vesilelerle söylemiştim;16 yaşına kadar annemden dayak yedim. Osmanbey'e gitmek istemediğim, onun biteviye alışveriş(!) merakına dahil olmak istemediğim için çıkan bir kavga esnasında tokat atmak için kaldırdığı elini bileğinden sıkıca tutup, "Sakın bir daha bana vurmaya kalkma!" demiştim. Rahmetli annem bu beklemediği kararlı atak karşısında buz gibi donup kalmıştı. Ben de donup kalmıştım. Oysa daha temiz bi dayak yiyeli üç gün bile olmamıştı. O üç gün içinde bende ne değişti, ne oldu da dayağa baş kaldırdım hâlâ anlamış değilim. O günden sonra annem benimle haftalarca konuşmadığı gibi bütün mahalleye de "Bana el kaldırdı, utanmasa dövecek" diye anlatmıştı isyan maceramı. Ödülüm mahalleliden aldığım "Anneye el kalkar mı?" diye başlayan ayıplama ve kınama cümleleri olmuştu. Bir ödülüm daha oldu. O günden sonra bir daha hiç kimseden fiske bile yemedim. Birlikte olduğum erkeklerden değil fiske yemek, kavga ederken sesini biraz fazla yükseltse buz gibi soğurum o ilişkiden. Hatta tartışma adabından bihaber kalmışın biri sesini yükseltip, yetmezmiş gibi üzerime de yürümüştü bir zamanlar. Hani böyle tartaklamaya ramak kala bi an yaşamıştık. Korkunç bir andı. Neyse ki uyarımı dikkate alıp kendini kontrol etmeyi başardı ve sakinleşti. Ama ilişkimizin o andan itibaren bitmesine engel olamadı. Söz konusu şiddet ise kadın ya da erkek olmak değil mesele.. İnsan olarak şiddetin hiçbir türlüsüne baş eğmek zorunda değiliz. İlk tokatı beklemeyin; şiddet saygısızlıkla başlar. Şiddete maruz kalıyorsanız muhatabınızın "Pişmanım.." demesi de yetmez. Şiddete meyli olanların -istisnasız- tedavi görmesi gerekir. Tedavi esnasında yanında durmak, destek olmak ya da oradan koşarak uzaklaşmak da size kalmış.

Keşke meselenin onu affetmek değil de kendini özgür bırakmak olduğunu anlasan Adem..

"Kaçtığımız karabasanların öznesine dönüşmenin acısını kim bizden iyi bilebilir?" Geçen hafta bu soruyu Adem'e sormuştum. Adem'in Dilara'ya er ya da geç el kaldıracağı belliydi. Hoş, bu kadar çabuk olacağını beklemiyordum. Adem önce lambayı duvara fırlattı sonra Dilara'yı kolundan tutup savurdu, derken bu hafta bir adım daha ileri gidip kaçtığı adama dönüştü. Annesi dayak yerken yastığına kapanıp sessiz göz yaşları döken çocuk, kaçtığı karabasanın öznesi oluverdi. Dilara, şiddete katlanacak yapıda bir kız değil. Zaten tartışırlarken kapıya yürümesi, oradan hızla uzaklaşmak istemesi de bunun ispatı. Geçen bölüm tartaklandıktan sonra Adem'e tavır alması da bu konuda sessiz kalmayacağının izlerini taşıyor. Dilara, Adem'in şiddete meylini nasıl bertaraf edecek onu hep birlikte göreceğiz. Üstelik Dilara'nın tek derdi Adem değil. Ortada bir de muhataplarına hatta doğurduğu evladına bile duygusal şiddet uygulamayı huy haline getirmiş bir anne var. Mağdur kostümüne bürünmüş canavar Reyhan. Oğlu, Dilara'yı döverken izleyen Reyhan... Dilara'nın yerinde olsam ilk fırsatta "sepeti koluna herkes kendi yoluna" derdim ama, değilim. Dilara'nın yaşında olsam öylece gitmek yerine önce bu sorunu aşmanın makul yollarını bulmaya çalışabilirdim. "İnsan kaybetmek kolay olan, kazanmayı da denemek lazım" diyebilirdim. Genç olmak bunu gerektirir. Neyse...

Süreyya bir gün o canilere benzeyeceksin diye korkuyorum

İstanbullu Gelin yayına çıktığı ilk günden beri asıl meşgalesi olan "aile içi şiddet"i bu bölüm en keskin şekliyle tartışmaya açtı. O kadar keskin açtı ki içimi acıttı, sabrımı da zorladı. Boran Ailesi'nin her ferdi, İpek'in anası babası, ortalıkta kim varsa tek tek Süreyya'ya duygusal şiddet uyguladılar. Hani "kızı sen ittin" diyen olmadı ama daha beterini yaptılar. Osman bile duruma şahitlik etmemek için çözümü kaçmakta, yola düşmekte buldu. Beklemezdim Osman'dan böyle kaçmasını. Kalıp, Süreyya'ya destek olmasını beklerdim ama demek korkuyor hâlâ... Acıyı yarıştırmak bizim iklimimizin en büyük arızası haline geldi. Eskiden acıya karşı tek beden durmayı öğrenir, öğretirdik. Ne oldu da bu hasletimizi unuttuk? Hesap defteri acılar bitip, yaralar kapandıktan sonra açılırdı. Şimdi öyle değil. Hemen bi dert ve acı yarıştırma telaşı başlıyor. "Ama ben" ile başlayan cümleler savruluyor. "Demek ayağına taş değdi peki başımıza taş yağdığında nerdeydin"ciler türüyor etrafta.. Ne işe yarıyorsa.. Her durumda kaybeden insanlığımız değil mi oysa?

Bölümde beni en çok etkileyen de bu oldu. Acıları yarıştırmaları... Faruk ve Fikret hemen acılarını yarıştırma derdine düştüler. Hatta Süreyya bile bu tuzağa düştü. Ama en büyük yarış Fikret ve Faruk arasında yaşandı. Üstelik ilk anda Fikret'in Faruk'la yaptığı "sustuk" temalı konuşmayı oldukça mantıklı bulmuştum. Zannettim ki Fikret, ağabeyine "acımızı yarıştırmayalım" diyecek. "Helal olsun" diyordum, diyemedim. Meğer paşam da ağabeyinin kalbini kırmak için zemin hazırlıyormuş. Lafa "ben" diye devam etti, "terazinin kendini koyduğu kefesini gösterdi". Faruk da "o yüzden tartamıyorsun" dedi, kendine bakması gerekirken. Konu yine çözümsüzlüğe bağlandı. Aslan Kral, kedi gibi pısıp kalmamaya karar verdi. Yedek kulübesinden kalktı, Adem'in kucağına oturdu. Yanacaksın Fikret. Yanacaksın seni kimseler kurtaramayacak...

Turşu mu yedin kıs?

İpek'in lohusa sendromu ile narsist yapısı birleşince ortaya şahane bir arıza çıktı. Kuvözdeki kızı yaşıyor diye şükr'edeceğine onu kusurlu olarak etiketleyen İpek'in, önümüzdeki günlerde gireceği ruh halini izlemek istiyor muyum, açıkçası emin değilim. Her şey Dilara Aksüyek'in performansına bağlı. Zira ortada çok etli bir karakter var ama Aksüyek karaktere yeterince sahip çıkmıyormuş gibi hissediyorum. Kimse kusura bakmasın... Gözünde o kadını hâlâ net olarak göremiyorum. Ağlayarak, dudak bükerek ortaya çıkmayacak kadar zorlu bir karakter İpek.Hakkıyla canlandırılırsa, Aksüyek'in kariyerinin zirvesi olur. Bunun gerçekleşebilmesi için plastik malzemesini eğip bükebilmeyi bilmesi, sesinin o tek düze melodisini de hızla terk etmesi lazım. Başarılar dilerim, zira sadece yazılan lafları söyleyen değil, o konuştuğunda ya da ekrana baktığında kalbimin ezildiği, tadı damağımızda kalacak bir İpek izlemek istiyorum. Bir de İpek'in sütü gelmesin, bebeğe fiyakalı bi süt anne gelsin istiyorum.  Tamam tamam, sustum ^^

Gelelim İpek'in arızalarını şekillendiren iki unsurdan birinin yani babası Şahap'ın ettiği, sosyal medyaya da bomba gibi düşen lafa. "Annesiz büyüyen çocuk insan olamaz!" dedi Şahap dangozu. Süreyya da annesiz büyümüş bir çocuk oysa.. Hepinizden daha insan be Şahap! Hayatta da vardır böyle talihsiz lafları motto edinmiş öküzler. Balya balya konuşurlar. Ezberden hayat dersi verirler. Denk gelip, elimizin yettiği mesafeye kadar yakınlaştıklarında, kimimiz ağızlarının ortasına ıslak banyo terliği ile vurur, kimimiz de boş bakar.. Bu sefer vuramadık Şahap'ın ağzının ortasına, odadakiler de Şahap ile aynı bokun suyu olduğu için boş baktılar. Sorun Şahap'ın o cümleyi etmesi değil. Ettiği cümlenin sahne içinde sahipsiz, tepkisiz kalmasıydı. Senaristler Şahap'a ettiği laf yüzünden sağlam bir tokat atsaydı, ayakta alkışlardık. Atmadılar. Yani henüz atmadılar. Umuyorum o lafın bir bedeli olacaktır, Şahap'ın da o bedeli nasıl ödeyeceğini merak ediyorum.

Kalbim kırıldı ya, o zaman bütün kadınların kalbi de kırılmalı!

Esma bu bölümde de doğal olarak- her krizden kendine kâr çıkararak devam etti yoluna. Çiçekli gömleğini giyip umut saçtığı geceyi hem bizim hem de Garip'in burnundan fitil fitil getirdi. Travmatik bir an atlattı, evet. Kocasının mezarı açıldı. Flashback yardımıyla öğrendiğimize göre Garip'in elini tutmuş ama hayatını "Fevzi" ile kuracağı hükümranlığa adamak zorunda kalmıştı.. Sevmemiş, anlaşılan o ki sevilmemişti de. Adem ve Faruk'un yaş farkına bakınca Fevzi Bey'in yorgun düşmüş bir ilişkiden sonra Reyhan'a meyletmediği aşikar. Esma, dört çocuk verdiği Fevzi tarafından sevilmediği için mi üzülüyor? Yakında Fevzi ile geçirmek zorunda kaldığı yılların faturasını kesip, olanlardan Garip'i mesul tutarsa inanın hiç şaşırmayacağım. 

Duygusal manevraları zor bir bölümdü. İki yerde göz yaşlarımı tutamadım. Geçmişi izlerken Garip'in titreyen ellerini gördüğümde ve Adem, Dilara'yı döverken... Çok konuşulacak, çok tartışılacak, çok öğrenilecek bir bölümdü. Emeği geçen herkesin gönlüne bereket!

Böyle işte..
R

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER