Tek ve büyükçe bir mumun
aydınlattığı kalın masif ahşaptan masanın başındaki kırmızılı kadının etrafında
üç kişi hevesle ve umutla toplanmışlar, rahibenin ağzından çıkan
kelimeleri sabırla dinliyorlardı. Kırmızılar içindeki rahibenin yatmakta olan cesedi
usulca yıkamasını izlemişler ve büyülü sözlerinin etkisinin geçmesini
beklemişlerdi bir süre. Yorgun rahibe sonunda masanın etrafındakileri teker
teker süzerek, elindeki süngeri ve bezleri masaya bıraktı ve odadan çıkmadan
yavaşça başını önüne eğdi ve düşündü;
‘Alt tarafı bir ölüyü diriltme
büyüsüydü, bunu bile yapamıyorsam rahibeliği ve Tanrımı bırakır giderim tüm bu
umutsuzluk arasında’.
Masaüstü rol yapma oyunlarında
bir kere bile din adamı olmuş herkes bilir ki, macera yaşadıkça ve seviye
aldıkça yeni büyüler kazanılır. İşte bir din adamı için büyülerden en hevesle
bekleneni de ölüyü diriltme büyüsüdür, tanrılarca bahşedilen oldukça üst düzey
bir büyüdür, sabredip uzun bir süre oynamış herkes için geçerlidir…
Sözün özü, dizi 1 Mayıs günü, Jon
Snow severlere ikinci bayramını yaşattı. Üstelik sadece onlara mı? Bence tüm
kuzey sever halk ve Stark ahalisi derin bir nefes alıp ‘oh’ çekti en az üç sene
sonra, konunun ağırlık merkezi tekrar kuzeye dönünce.
Geçen sene tam da neredeyse bu
vakitler bir proje –işte bu proje- dolayısıyla ilgimi çekip izlemeye
başlamıştım bu diziyi. Mart ayında soğuklar tam da etraftan uzaklaşmamışken ilk
dört sezonun tamamını bir iki haftada tekrar tekrar izleyip öğrenmiştim. Diziye
ilk defa başlarken gördüğüm sahneler karlar altındaki kuzey, Starklar ve
Kıştepesi'ndeki çocukların kılıç dövüşüydü. Sonra hepsinin birer birer eriyerek
solup gitmelerini izlemiştim. Bu bölümün başındaki, beni hayli şaşkınlığa
sürükleyen geri dönüş sahnesinin, sanki beni alıp geçmişime, çocukluğuma geri
götürdüğünü hissettim. Tabii ne tesadüftür ki bunu hissetmek için çok geçerli
bir sebebim de vardı, eskilerden 35 senedir görmediğim bir çocukluk arkadaşım,
bu hafta internetten beni bulmuş ve onun sayesinde tüm cumartesimiz
geçmişimize, anılarımızın derinliğine, -neyse ki boğulmadan(!)-, dalmakla
geçmişti. İşte o yüzden biraz şaşırmıştım, sanki dizi beni gerçek hayatta da
takip ediyordu.
Şaka bir yana, bence Lyanna’nın,
Hodor’un ve kuzeyin geçmiş zamanının hikayesine girilmekte geç bile kalındı.
Herkes almış başını bir taht peşinde koşuyor, ancak kış gelene kadar niçin
geldiği araştırılıp sorulmuyor. Şimdiye kadar Kuzeyden gelecek felaketin nedeni
hakkında pek bilgi verilmedi, sur niçin yapıldı üstünkörü geçildi, akgezenler
neden ortaya çıkmışlar hiçbir güneyli merak bile etmemiştir –cüce hariç!-,
bunlarla Starkların bir bağlantısı var mı yok mu göreceğiz. Koskoca beş sene
önce, bir dizinin hikayesi kuzeyde karlar arasında başlıyorsa sonu da yine
kuzeyde karlar altında ölümüne yatmaktır gibime geliyor.
‘Hiç biriniz mi hatırlamıyorsunuz
surun ötesinde neler yaşandığını? Birazcık bile mi! Ejderhaları hatırlıyor
musunuz bari?’ diyerek kızdı topluluğa üç gözlü karga. ‘Hani güneyden gelip
çoluk çocuk demeden yakıp yıkan vahşi, aç yaratıklar…sırf zevkine ortalığı kan
gölüne çevirdiler…onlardan başka bu kadar cani olan bir ırk daha var mıdır?’
‘İnsan! Masumiyetini kaybetmiş
olan insan, istediği herkese zarar verebilir, ama ejderhalar en azından
bebeklerini yemezler, onları korurlar’, dedi bir elinde kadehi diğerinde
meşaleyle zindan gezen bilge cüce. ‘Ejderhalar akıllıdır, dostlarına sevgi
besler, sadece düşmanlarına öfkelidir!’
Vhagandil, karşılaştığı
insancıklara acımamıştı bile, hepsini kızartmıştı! Şu karşısındaki cılız buzul
ejderi bile gücü karşısında etkisiz kalmıştı. Ne kadar kendinden emin, ne kadar
mağrur geziyordu kuzeyin buzulları arasında, tam anlamıyla kendini bulmuştu. Ne
kadar farklıydı hayatı güneydeki çelimsiz görüntüsünden, Balerion’dan
uzaklaştıkça.
‘İkiz kardeşim güneyde başına
bela açmakla meşguldür şimdi, ama o her zaman her şeyin üstesinden gelmişti,
olan hep peşindeki takipçisine oluyordu. Yani bana! Az azar işitmedim
bizimkilerden, az ceza yemedim onun yalanları ve bencilliği yüzünden!’
‘Yine mi kendi kendine
konuşuyorsun Vhagandil? Şu hesaplaşmaların bitmedi gitti, hadi bulutlara
dalalım, boş ver şimdi geçmişi, şu anı yaşayalım!’ diyerek gökyüzünde
yükselmeye başladı buzul ejderi.
‘Bekle Sinessidel, geliyorum!’
diyerek peşinden yükseldi kızıl ejderha, ikisinin karşılaşmalarında genç
dişinin turuncu alevlerin arasındaki çabalaması aklına gelmişti, ‘uzaklaşma,
biliyorsun ki ben senin şans meleğinim!’
Eskiler derler ki iki ejderha
birbirini ya maviliklerde bulur, ya maviliklerde kaybedermiş. Gökyüzünde
özgürleşirler ve derin mavi sularda yalnızlaşırlarmış. Mavilikler bazen uçup
giden bir baba, bazen dalıp giden bir ana olmuştu genç buzul ejderine. Aylarca
beklemiş, beklemiş, beklemiş ve sonunda kuzeyin çaresizliğine boyun eğmişti.
Sevdikleri onu henüz küçükken terketmişti, evinden uzağa adımını attığında ise
saldırıların kurbanı olmuştu. Yine Sur’un ötesinde yabanılların alevleri
tarafından kuşatılmışken, tam da ölmek üzereyken karşısına Vhagandil çıkmıştı
bir zamanlar. Ona aşıktı Sinessidel, ve onunla çok mutluydu. Daha onunla güneye
gidecekti, Dorne kıyılarında gezinip sıcak denizlerde uçacaktı. Peşinden
yetişmekte olan kızıl ejderhaya hayran hayran baktı, buzul dişisi, içinde
oluşmakta olan minik yumurtaları hissederek. İkili yavaş yavaş boyunlarını
bulutların arasında birleştirdiler, bir süre sarmaş dolaş süzüldüler ve aniden
tüm hızlarıyla okyanusun buzlu sularına doğru alçalmaya başladılar tek
vücutken.