Bi ufak (35’lik) Raise Death (Ölüyü Diriltme büyüsü) alayım!
Tek ve büyükçe bir mumun aydınlattığı kalın masif ahşaptan masanın başındaki kırmızılı kadının etrafında üç kişi hevesle ve umutla toplanmışlar, rahibenin ağzından çıkan kelimeleri sabırla dinliyorlardı. Kırmızılar içindeki rahibenin yatmakta olan cesedi usulca yıkamasını izlemişler ve büyülü sözlerinin etkisinin geçmesini beklemişlerdi bir süre. Yorgun rahibe sonunda masanın etrafındakileri teker teker süzerek, elindeki süngeri ve bezleri masaya bıraktı ve odadan çıkmadan yavaşça başını önüne eğdi ve düşündü;
 
‘Alt tarafı bir ölüyü diriltme büyüsüydü, bunu bile yapamıyorsam rahibeliği ve Tanrımı bırakır giderim tüm bu umutsuzluk arasında’.
 
Masaüstü rol yapma oyunlarında bir kere bile din adamı olmuş herkes bilir ki, macera yaşadıkça ve seviye aldıkça yeni büyüler kazanılır. İşte bir din adamı için büyülerden en hevesle bekleneni de ölüyü diriltme büyüsüdür, tanrılarca bahşedilen oldukça üst düzey bir büyüdür, sabredip uzun bir süre oynamış herkes için geçerlidir…
 
Sözün özü, dizi 1 Mayıs günü, Jon Snow severlere ikinci bayramını yaşattı. Üstelik sadece onlara mı? Bence tüm kuzey sever halk ve Stark ahalisi derin bir nefes alıp ‘oh’ çekti en az üç sene sonra, konunun ağırlık merkezi tekrar kuzeye dönünce.
 
Geçen sene tam da neredeyse bu vakitler bir proje –işte bu proje- dolayısıyla ilgimi çekip izlemeye başlamıştım bu diziyi. Mart ayında soğuklar tam da etraftan uzaklaşmamışken ilk dört sezonun tamamını bir iki haftada tekrar tekrar izleyip öğrenmiştim. Diziye ilk defa başlarken gördüğüm sahneler karlar altındaki kuzey, Starklar ve Kıştepesi'ndeki çocukların kılıç dövüşüydü. Sonra hepsinin birer birer eriyerek solup gitmelerini izlemiştim. Bu bölümün başındaki, beni hayli şaşkınlığa sürükleyen geri dönüş sahnesinin, sanki beni alıp geçmişime, çocukluğuma geri götürdüğünü hissettim. Tabii ne tesadüftür ki bunu hissetmek için çok geçerli bir sebebim de vardı, eskilerden 35 senedir görmediğim bir çocukluk arkadaşım, bu hafta internetten beni bulmuş ve onun sayesinde tüm cumartesimiz geçmişimize, anılarımızın derinliğine, -neyse ki boğulmadan(!)-, dalmakla geçmişti. İşte o yüzden biraz şaşırmıştım, sanki dizi beni gerçek hayatta da takip ediyordu.         
 
Şaka bir yana, bence Lyanna’nın, Hodor’un ve kuzeyin geçmiş zamanının hikayesine girilmekte geç bile kalındı. Herkes almış başını bir taht peşinde koşuyor, ancak kış gelene kadar niçin geldiği araştırılıp sorulmuyor. Şimdiye kadar Kuzeyden gelecek felaketin nedeni hakkında pek bilgi verilmedi, sur niçin yapıldı üstünkörü geçildi, akgezenler neden ortaya çıkmışlar hiçbir güneyli merak bile etmemiştir –cüce hariç!-, bunlarla Starkların bir bağlantısı var mı yok mu göreceğiz. Koskoca beş sene önce, bir dizinin hikayesi kuzeyde karlar arasında başlıyorsa sonu da yine kuzeyde karlar altında ölümüne yatmaktır gibime geliyor.
 
‘Hiç biriniz mi hatırlamıyorsunuz surun ötesinde neler yaşandığını? Birazcık bile mi! Ejderhaları hatırlıyor musunuz bari?’ diyerek kızdı topluluğa üç gözlü karga. ‘Hani güneyden gelip çoluk çocuk demeden yakıp yıkan vahşi, aç yaratıklar…sırf zevkine ortalığı kan gölüne çevirdiler…onlardan başka bu kadar cani olan bir ırk daha var mıdır?’
 
‘İnsan! Masumiyetini kaybetmiş olan insan, istediği herkese zarar verebilir, ama ejderhalar en azından bebeklerini yemezler, onları korurlar’, dedi bir elinde kadehi diğerinde meşaleyle zindan gezen bilge cüce. ‘Ejderhalar akıllıdır, dostlarına sevgi besler, sadece düşmanlarına öfkelidir!’
 
Vhagandil, karşılaştığı insancıklara acımamıştı bile, hepsini kızartmıştı! Şu karşısındaki cılız buzul ejderi bile gücü karşısında etkisiz kalmıştı. Ne kadar kendinden emin, ne kadar mağrur geziyordu kuzeyin buzulları arasında, tam anlamıyla kendini bulmuştu. Ne kadar farklıydı hayatı güneydeki çelimsiz görüntüsünden, Balerion’dan uzaklaştıkça.
 
‘İkiz kardeşim güneyde başına bela açmakla meşguldür şimdi, ama o her zaman her şeyin üstesinden gelmişti, olan hep peşindeki takipçisine oluyordu. Yani bana! Az azar işitmedim bizimkilerden, az ceza yemedim onun yalanları ve bencilliği yüzünden!’
 
‘Yine mi kendi kendine konuşuyorsun Vhagandil? Şu hesaplaşmaların bitmedi gitti, hadi bulutlara dalalım, boş ver şimdi geçmişi, şu anı yaşayalım!’ diyerek gökyüzünde yükselmeye başladı buzul ejderi.
 
‘Bekle Sinessidel, geliyorum!’ diyerek peşinden yükseldi kızıl ejderha, ikisinin karşılaşmalarında genç dişinin turuncu alevlerin arasındaki çabalaması aklına gelmişti, ‘uzaklaşma, biliyorsun ki ben senin şans meleğinim!’
 
Eskiler derler ki iki ejderha birbirini ya maviliklerde bulur, ya maviliklerde kaybedermiş. Gökyüzünde özgürleşirler ve derin mavi sularda yalnızlaşırlarmış. Mavilikler bazen uçup giden bir baba, bazen dalıp giden bir ana olmuştu genç buzul ejderine. Aylarca beklemiş, beklemiş, beklemiş ve sonunda kuzeyin çaresizliğine boyun eğmişti. Sevdikleri onu henüz küçükken terketmişti, evinden uzağa adımını attığında ise saldırıların kurbanı olmuştu. Yine Sur’un ötesinde yabanılların alevleri tarafından kuşatılmışken, tam da ölmek üzereyken karşısına Vhagandil çıkmıştı bir zamanlar. Ona aşıktı Sinessidel, ve onunla çok mutluydu. Daha onunla güneye gidecekti, Dorne kıyılarında gezinip sıcak denizlerde uçacaktı. Peşinden yetişmekte olan kızıl ejderhaya hayran hayran baktı, buzul dişisi, içinde oluşmakta olan minik yumurtaları hissederek. İkili yavaş yavaş boyunlarını bulutların arasında birleştirdiler, bir süre sarmaş dolaş süzüldüler ve aniden tüm hızlarıyla okyanusun buzlu sularına doğru alçalmaya başladılar tek vücutken.



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER