Zamanın ne kadar çabuk geçtiğini Poyraz Karayel izleyerek takip eden bir insanım. Daha "50 bölüm mü olmuş?" diye şaşırmaya doymamışken, 51.bölümü de bitirdik çok şükür. Bir takım sahneleri çok uzun, inceden oyalama bulduğumu itiraf etmek zorundayım, ama bu demek değildir ki kalbimi orta yerinden cızlatan, bu tarafı pişti biraz da öbür tarafını çevirelim diyen anlar yaşanmadı. İsterim ki herkes de bu vesileyle bir yoklasın kalbini.

Dertler derya olmuş, İsa bir sandal
Taşkafa cinayeti işlediğini itiraf etti, Ümran doğal olarak çok sinirlendi ortalık karıştı olaylar olaylar. Diyeceğim bu değil. Bunlar her dizide olur. Her dizide olmayacak olan, ‘Benim anneme sahip çıkmam lazım.’ diyen İsa’ya, ‘Sahip çıkmayacaksın, destek olacaksın.’ diyen Taşkafa’dır. Sahip çıkmakla destek olmak arasındaki ince görünen ve aslında aşırı kalın olan farkı, ‘anneye sahip çıkma’ fikrinin küçücük bir çocuk üzerindeki o çok yıkıcı etkisini Taşkafa gibi nedense incelikten hiç anlamayacağını düşündüğümüz bir adamın çoktan fark etmesidir. Sadece bir çocuğun annesine değil, iki insanın birbirine sahip çıkması ikisi için de ne kadar zorsa, destek olmak bir o kadar güzeldir çünkü. Sahip çıkmak ne kadar büyüklenmeyse, sahip çıkılmak o kadar zordur. Kimse, kendisine sahip çıkacak bir insan arayışıyla sınanmasın dilerim.

Duvarların dili olsa konuşsa
Poyraz’ın apartmanının önünde gece boyu süren, katılanların değiştiği, Albay ve İsa’nın sabit kaldığı muhabbetin bildiğin hastası oldum, bir gazozla az çekirdek alıp kapının önüne çıkasım geldi. Albay’ın dolandırılması kalbimi çok kırdı, yalnızlığın Albay’lı tarifi nedense dizideki herkesten daha etkileyici geliyor. Poyraz’ın da, Sinan’ın da Albay’a özene bezene davranmaları dizinin tüm âşıkları kavuşmuşçasına mutlu ediyor beni. Bu gece de hepsi orada öyle Albay’la oturdu ya, önce sanki tüm yaralarım kapandı. Tam da kendimize merhem etmişken Albay’ın iyileşmesini, o hiç öyle değilmiş işte. Onca yalnızlığı, onu hiç aramayanlarına dayanıp da, kendisini dolandıran o kadını affetmenin acısını taşımayacağını bakışlarından adımız gibi bildiğimiz Albay’ımı üniformasıyla yatağın üzerinde öylece gördüğümüz o sahneyi tarif edecek ne kelimem, ne takatim var.
İçimin gittiği bir diğer replik yine Taşkafa’dan geldi. Poyraz’ı da sevdiklerini ama Sadrettin’e ayıp edilmesini kaldıramayacaklarını anlatıyordu Zülfikar, üstüne Taşkafa ‘Biz bize lazımız.’ dedi ya, orada yazdım ben kendimi ekibe. Bir ufak cümle, üç kelime topu topu, ama işte karşılığı o kadar büyük ki. Biz bize lazımız çünkü evet, hep kim olduğumuzu anlatırız havalı cümlelerle, ekip olmak iş görüşmelerinde prezantabl olmak için uydurduğumuz bir mevzu olarak kalır, hâlbuki gerçek tam tersidir. Kim olduğumuz sadece kendimizle değil, aynı zamanda kimi aileden gördüğümüzle ilgilidir aslında ve bu ailenin elbette kan bağıyla alakası yoktur.

SadBeg gümbür gümbür geliyor
Gördüğüm andan itibaren favori çiftim ilan ettiğim Sadrettin ve Begüm’e gelmek isterim son olarak. Adrenalin, tutku, macera, hepsi onlarda. ‘Âşık değil, enayi’ diyen Sadrettin’e ‘Aynı şey işte.’ diyecek kadar gerçekçi, bunu diyebilecek kadar âşık olmuş bir Begüm’le, öz babası tarafından bile bir başkasına tercih edildiğine inanan, hayatının aşkını bir nevi kendi elleriyle hapse atmış, onu ‘affedemeyecek kadar çok seven’ bir Sadrettin’in birlikte mutlu olmalarını çok istiyorum. O ikisi bir araya geldiklerinde ortaya çıkacak duyguya tam mutluluk demek de zor aslında, bunu tarif edemem, ancak yaşayarak görürüz. Bir yandan iki hidrojenle bir oksijenin birleşince su olması kadar doğal, diğer yandan, bir takım gazların bir araya gelip bize yaşam kaynağı olması kadar da sürprizli olacaklar birlikte. Bildiğim, ikisinin de birbirlerine, gerçekte oldukları insan olma cesareti verecekleridir. Bunu bir an önce izlemek dileğiyle, iyi seyirler.
*Çaldığım kapıların ardında, diye devam eder. Dünyanın en güzel şiiridir, Metin Altıok’tur. Aynı zamanda enfes ötesi bir Kumdan Kaleler şarkısıdır. Tamamı bir kere dinlenince, Poyraz Karayel izlerken bir daha hep kafada çalar.