İlk cümlem, "Fena halde çalım yedim hikayeden" olsun. Eşref ve Suna arasında küllenmiş, yaralı bir aşk var sanıyordum. Yanıldım. Etti iki. Evvelce de Halil'in Gülümser'i üzüp, silkeleyecek bir şoför parçası çıkacağına iman etmiştim. Seviyorum bana çalım atan hikayeleri vesselam! Hatırlarsanız Takoz, Eşref'in böbreğine sustalısını boca etmişti geçen bölüm, işte o yüzden apar topar hastanelik olduk. Ah, elbette öncesinde yerde yatan Eşref'in başına dikilen Suna'nın muhitte hiç araba olmamasına duyduğu şaşkın öfkesini izledik.
"Kimsede araba yok mu?"
Yok Ablacım arabamız, yok! Sen, Körfez'in henüz leşe bağlanmamış sularına kurumla uzaktan bakan bir villadan yaşarken, biz otobüs dahi bulamayıp sağanakta zatürre nöbetine dikiliyoruz. İzmir'i bilmem ama, Beyoğlu- Rumeli Hisarı arasını ancak yatılı gidip geliyoruz, yok araba sana! Ambulans yetişti, Eşref'i içine boca ettiler. Asıl şaşırtıcı olan Suna'nın gönüllü refakatçi olması değil de ahalinin söz konusu can iken bile Eşref ile aynı ambulansa girmeye çekinmesiydi. Haddinden fazla mı belalı bu çayı tek şekerli içen Marangoz Eşref? Canına yani kardeşinin canına kast edenin ümüğünü sıkıp dana düşmüş, vermiş hesabını çıkmış da korku salmayı da ihmal etmemiş demek ki Eşref Paşa mahalleliye..
Gülümser'in kocası Refik, bu hikâyenin etli kötüsü. En azından benim için...Ortada alenen bırakılmış, taammüden ortaya saçılmış deliller yoksa aldatıldığını anlayan hatta bundan şüphelenen erkek görmedim ahir ömrümde.. Refik (Numan Çakır) elbette kadınsı bir iç güdüyle Gülümser'in yüzünü gözünü, eteğini berisini, kirpiğini dalgalandırışını gözleyip de aldatılıyorum diye tutturmadı. Namus belasına (!) kırk sene ceza almış olmasından mütevellid bir daha değil kadın yüzü, gün yüzü göremeyecek oluşunun acısıyla saldırıyor "aldatılıyorum" tezine. Dini imanı namus olmuş Refik, hapisten de kaçar, yakındır. O zamanlar kevgir gibiydi mahpushaneler, o kadar çok kaçan olurdu ki içeride kalmak başarı sayılırdı. Biz, Refik'in öfkesini, Gülümser'in gece vardiyasını kesen sinir krizini izlerken Eşref kan kaybından ölmedi ya, daha ne isterim. Ambulans gider iken Köfteci'den eve tabanvayla dönen Murat ve Nazlı'ya tebelleş olan sokak itlerini de Seyfi,
Fareli Köyün Kavalcısı misali peşine takıp, denize döktü. Gülali kenardan izledi kavgayı. Bu da Seyfi- Fevzi- Gülali Üçlemesi'nin info grafiği gibi sahneydi. Gülali hurda arabalarda değil, yün yastığına sarılıp evinde uyuyan; kavgaya bulaşmayan, mümkünse de okuldan kaçmayan bir arkadaşımız. Haytalık Meclisi'nde teklif olur, ısrar olmaz.
Ayça Bingöl'ün fabrika sahneleri çok güzeldi.
İzniniz olursa gençleri sokak kavgasında kendi haline bırakıp, bölüm akışından da sıyrılıp (izlersiniz nasılsa, öğrenirsinizolanları da ) biraz Gülümser ile dertleşmek istiyorum. Refik'in bir sorusuyla Gülümser'in sırça sarayına fil girdi. Ama ne fil! Anasını kaybetmiş, deli gibi dönüp duranından! Darma duman her yer. Dokunsan kör olursun. Olur bazan. Rüyanın sonu karabasana döner. Düşünmek istemediklerin aklına üşüşür. Kaçarak kurtulacağını sanırsın. Gülümser, "Bizi yalnız bıraktın!" diye kükrerken, meşrebince elbette, aslında Refik'i hiç sevmediğini, aşkı da hiç bilmediğini anladım. Bu, "Başımızda olaydın, gönlüm kaymazdı." yolu yol değil Gülümser, gitme. İffetinden sual ediyorsun, etme. Halil'i zaaf sınıfına koyuyorsun. Kendine hak görmediğin şey hayat, nefes almak. Halil'i kapının önüne koyunca aklanıp, eski yani namuslu günlerine döneceğini mi umuyorsun? Bitti, dediğinde rahatlayacak mısın, susacak mi kalbin? Refik bizi yalnız bırakmasaydı, Halil dikiz aynasından göz kırpmasaydı, o sokaktan geçmeseydim, dolmuşa binmeseydim, kırıp dizimi kırk sene eli kanlı kocamı bekleseydim, sevişirken kornişleri saysaydım... Uzar bu liste ama hepsi aynı kapıya çıkar: Aşk bir ihtiyaç. Gülümser ve Halil hikayesi üzerinden gelişecek "Aşk mı cinsellik mi?" tartışmasına da burun kıvırmam, keyifle izlerim.

Çarşafla kaplanmamış bekar yorganı.. Ne detay ama!..

Tesbih, kolonya, bir de aniden geliverirse Fevzi'nin avcuna kondurmaklık üç-beş kuruş..

Kapının hemen sağında İskender Efendi'nin namaz seccadesi katlı duruyor.
Fevzi'nin travması ağır. Bildiği bütün kavramları yitirdi, kalanları da yeniden yazacak. İnşallah!
Fotoğraflar yetmedi mi Fevzi'nin kabusunu anlatmaya? Fevzi, herkesinki gibi bir babası var sanıyordu. Seninki hatta benimki gibi... Benimki başkaydı gerçi.. Travmalar olmayan travmalar sundu ömrü boyunca.. Neyse.. Sadettin Efendi'yi dini bütün, namazında niyazında belli, ak sakallı, kimseye zararı dokunmayan, kendi halinde, anası öldü beri suskun hatta durgun bir adam biliyordu. Baba işte. "Eve ekmek getiren beyaz saçlı adam." Şimdi ters yüz Fevzi'nin bütün kavramları. İnandığı, bildiği, güvendiği, öğrendiği her şeyi yitirdi. Kelimesiz, cümlesiz, harfsiz kaldı. Eğer şanslıysa arkadaşlarına tutunarak, her bir kavramı bulup buluşturup yeniden sokacak hayatına, kıra döke; değilse Fevzi bildiğin çöp! Geri dönüşüm ise 80'lere en uzak kavram..
Aah ah.. Kısmeti bol olsun da ferah feza izleyelim istiyorum.
Öyle işte..
R.