İlk bölüm finalinde Güzel İzmir'e bir tepeden bakan delikanlılardan Fevzi ve Seyfi hurda bir arabanın içinde uyandılar yeni sabaha. Babamın siyah Çekirge Kanat'ını hatırladım. Gözü gibi bakardı. Park ettiği yerde kamyon vurup kasayı pert edince elini sürmemiş, Chevrolet de, Cumhuriyet Sineması'nın az ötesinde aylarca yetim kalmış, çürümüştü. Yolunu da değiştirmişti babam, arabanın gün be gün eksilen güzelliğine şahit olmamak için. İlk zamanlar mahalle kopilleriyle başında nöbet tutmuş sonra sıkılıp kaderine teslim etmiştim arabayı. O hurdayı görünce aklıma düştü konumuzla alakası yok elbette.. Neyse..
Fevzi ve Seyfi'nin okula geç kalmak, gece eve gitmemek pahasına sokakta sabahlamaları boşuna değil, hikâyemize o anda giren Takoz ve küçük kardeşinin polisle ortak çevirdikleri illegal işlere şahit yazılmak içinmiş. Anlıyoruz ki Takoz ve küçük kardeşinden oluşan çete yükte hafif pahada ağır ne varsa çalıyor, bir avuç bozukluk uğruna. Taş çatlada beş ekmek parası... Henüz Takoz neden hayatımızda var, bilmiyoruz. Bölümün sonuna doğru en üzücü haliyle öğreneceğiz. Sabır.. Takoz iyi bir karakter olmuş. Genç oyuncu Diren Coşkun karaktere oturmuş, kamera yüzünü sevmiş üstelik yönetmen de zevk almış Takoz'un hikâyesinden. Çok belliydi. Bizi canımızdan bezdirmenin eşiğine getirdi ama Takoz'u kısa zamanda çok seveceğimizi hissediyorum.
Hülya Koçyiğit el sallayacak!
En çok Deniz Sineması'nın çığırtkanı ve o sinemanın işletmecilerinin hayatını merak ediyorum. 80'lerde İstanbul'da yoktu bu Anadol eşlikli çığırtkanlar. Sokak aralarında gezinip popüler şarkıların sözlerini nane şekeri eşliğinde satanlar vardı. Bizim mahalleye her gün Radyo Tiyatrosu zamanında önce sesi düşen, hasır sepetinde nane şekerleri, elinde saman kağıda basılı popüler şarkı sözlerini sallayarak gezinen genç adamın yüzü bu gün gibi aklımda. Şarkı sözü bahanesi, hepsini zaten ezbere bilirdim ama saman kağıda basılı "güfte"yi nane şekerine sarıp en yüksek cama dahi atan maharetin hatırına satın alırdım. Gültepe'de var mıydı acaba bu amcadan? Çığırtkan, "Sadettin Amca"ya (İskenderAltın) selam verip geçti. Akça pakça sakallı Sadettin Amca.. Fevzi'nin babası.. Hasta olan. Doğurganlık verdiği iddiasıyla, yedi düvelde şifa arayan cahile teşne olan, kanına giren, can yakan Sadettin Amca az sonra Fevzi ve Bilâl'in ömürleri boyunca unutamayacakları bir finale imza atacak. Mahallenin ortasında, geceyi gün kesen ahalinin uğultuları ve kelepçeler eşliğinde şikayet gerekçesiyle tutuklanacak. İki güne kalmaz döner evine, şikayetçi olan çıkmaz o gibi durumlarda kolay kolay. Sadettin evine döner ve Fevzi ile ağabeyinin boyun borcu olmaya devam eder.
Seyfi'yi aynalara küstüren derdi nedir, öfkesi neden boyundan derindir bilmiyoruz.
245 Seyfi! Sınıfta yok Hocam..
Seyfi zaten okumayacak, okumuş adam olmayacak onu ilk bölümde anladık. Neden bu isyankâr havalar henüz bilmiyoruz ama okumayacağını, başka çeşitten bir güç peşinde koşacağını Sağır Sultan duydu, çok şükür. Seyfi'nin öfkesinin sebebini içinde doğan bu susturulamaz sınıfsal çatışmaya isyanın da kaynağını tez zamanda öğreneceğiz. Seyfi bu haliyle dile ve ekrana gelemeyen Devrimci Yatağı Gültepe'nin sembolü, metaforu; haktır hukuktur, kula kulluk edilmez jargonlarını Orhan Baba'nın şarkılarından ezber ettiği de çok açık elbette. Çünkü Seyfi'de vücud bulan tür "disipline" edilmiş rafine bir öfke değil henüz. Anlayacağınız solculuk imbiğinden geçmemiş, kadına da el kaldıran, anaya da parmak sallayan ham bir sokak çocuğu öfkesi. Belli ki Eşref de henüz Seyfi ile kurduğu "Baba" ilişkisinde o demleme kısmına gelememiş. Seyfi'nin geçen bölüm babasına söylediği öfke dolu sözleri annesine de tekrar etmesi, Basri'nin okutulmaması konusuna yeniden girmesi o kadar büyük beklenti yaratıyor ki sonunda arkasından büyük bir dram çıkacakmış gibi hissettiriyor.
Dramanın içinde toplumsal vicdanımız gibi gezinen Basri'yi, Hakan Karsak oynuyor.
Seyfi'nin başını yerden kaldırmayan, hayatla başa çıkabilmek için sessizlik yemini etmiş, sırtındaki yükün çoğunu kalbinde taşıyan ağabeyi Basri.. Susmak ne zaman karakteri olmuş, ilk ne zaman ve hangi sebeple susmuş? Ne yer, ne içer bu adam? Rüyasında ne görür? Sahi rüya görür mü? Eli kolu atıyordur uyurken, uçarken görüyor mudur kendini? Başını yerden kaldırmaması ayıplı olduğundan değil, Gültepe'nin güvercinleriyle göz göze gelmemek için belki de... Seyfi'nin isyanının tek sebebi bellediğimiz Basri'nin kırılma noktasını deli gibi merak ediyorum. Ona baktıkça Terry Donovan'ı hatırlıyorum. İkisinde de aynı tuhaf ama tehlikeli o suskunluk hali var sanki.
"Bu böyle gidemez.." Doğru. Bu deli bozuk aşıklara acilen birilerinin elektrik vermesi lazım.
Halil ile Gülümser..
Benim Adım Gültepe tanıtımlarını izlediğimde Gülümser'in, Halil tarafından örselenecek bir kadın olduğunu düşünmüştüm. Tahminim şimdilik boşa düştü. Halil, Gülümser'e gerçekten vurgun. Gülümser de oğlana kesik. Her ne kadar bu duygular ekranda izlediğim sahnelerden geçmemiş olsa da, diyaloglar böyle diyor. Ayça Bingöl'ün plastik malzemesinde yaptığı dev değişikliği, kostüm grubunun çabasını oynadığı karaktere yansıtamadığını düşünüyorum. Karakterin tasarımında bir hata yoksa içi ile dışı birbirine taban tabana zıt bir kadın izliyoruz. Ben 80'leri yaşadım. Hem de İstanbul'da ortalama bir mahallede.. Hayat Gültepe'de nasıldı bilmem ama, bizim oralarda memelerini sallayarak gezen, sokağa saçı salık çıkan ve kolsuz giyen bir kadın varsa -hele de başında kocası yoksa- mahallelinin "Yollu bu!" demesine çeyrek kalmış, toplumsal eğilimler ve çoğunluktan aykırı ruhlu bir çıban da var demektir. İzlediğimiz fotoğraftaki Gülümser'in sadece mazrufu çıban gibi duruyor. Umarım Ayça Bingöl yakın zamanda rahatlar ve bize tam bir Gülümser izleme şansını verir.
Ellerimi bırakma yeter..
Havalar soğuk mu oralarda?
Halil'in çıktığı bir kız yok mu acaba? Benim zamanımda delikanlılar genç kızlarla çıkar, sever koklaşır ama kadınlara aşık olur, hayatı ve cinselliği onlardan, pozisyonları da yatağa siyah çorapla giren Behçet Nacar filmlerine atılan parçalardan öğrenirlerdi. İtiraf edemeseler de.. Cinsel devrimin henüz halka arz edilmediği, kapı arkalarında kaç göç yaşandığı, "iki meme ellemece ama no french kiss" dönemlerinden bahsediyoruz. Kızlar henüz erkeklerle sevişmiyor, kirletiliyorlar neticede. Halil'i onca yıl 'ağabey' dediği bir adamın karısı olan Gülümser'in engebeli koynuna kolaycacık paspas eden de emrine amade bu güvenli cinsellik değil midir sizce? Öyledir. O yüzden bölüm boyunca uzak mahallelerin birinde yaşayan o pencere önü çiçeğini hayal ettim. Halil'in köşeyi dönmesini bekleyen, havalı kornasını duyunca yüreği pır pır eden, minibüsün teybinden taşan her şarkıyı üzerine alınıveren bir başka mahalle kızı bekledim durdum. Şimdi değilse de bir gün o kızı göreceğimi hayal ettim. Kısmet...

Evrim Alasya'nın askerleriyiz!
Suna is my girl!
İki çocukla, genç yaşta ortada kalmamak için zengin bir adamın metresi olarak yaşamayı seçen Suna, sanırım bu hikâyede beni en heyecanlandıran karakter ve oyunculuk yorumudur. Her bölüm biraz daha Suna'nın ve Evrim Alasya'nın hayranı oluyorum. Bu bölüm performansına bayıldım. Suna'yı tepeden tırnağa giymiş. Cevat'a diklenirken, Nazlı'ya, "Senin benimle derdin ne?" diye isyan ederkenki hallerini ve olan biten her şeyi bir akvaryumdan seyredermiş gibi duran oğlu Murat'a bakışını izlemek büyük zevkti. Gönlünü dert görmesin! Zaten hikâyede göründüğü ilk andan beri Suna çok 'bana göre' bir karakterdi, yanılmadım.
Suna hayatta kalmak için bulunduğu kabın şeklini kolayca alabilen ama muhteviyatını değiştirmeyen kadınlardan. Dün salon kadınıydı yarın tülbentini takıp cam siler. Daha iyi bir seçeneği yoksa etrafta, gider diş macunu fabrikasında kapak da takar. Cevat'la kurduğu ilişkinin de aşktan çok bir hayatta kalma mücadelesi olarak geliştiğini düşünüyorum. O durumda kim olsa Suna'nın çöplüğünden koşarak uzaklaşmak isterdi. Kendimden biliyorum..
Böyle işte..
R.