İstanbul kızıyım ben. Ailem
beş yüz yıldır Pera’da yaşadı. İzmir benim için Fuar’ın şehridir. Efes
Oteli’nden, Fuar’ın Basmane kapısında maviye boyalı tekerlekli tezgahında kabak
çekirdeği satan Amca’ya giden güzergahı gözüm kapalı giderim ama Kadifekale’yi,
Gültepe’yi bilmem. Fuar Gazinoları’nı bilirim. Sevinç Pastahanesi’ni de… İzmir
de taşradır alt tarafı benim gibi kibir küpü bir İstanbullu için. Senin adın
Gültepe, benimki de Aynalı Çeşme, diğerinin Küçük Çekmece. Anlatılan insan
değil mi neticede? Dün gece Kanal D’de ilk bölümü yayınlanan Benim Adım Gültepe adındaki Vural
Yaşaroğlu hikayesini, Zeynep Günay Tan rejisiyle izlemeye hazırlanırken,
insanın insana taktığı o türlü biçim etiketlerin en öfkeli hikayelerini
dinlemeyi diledim. Bakalım dileğim kabul olmuş mu?
Görüntü Yönetmeni Sedat Yücel muhteşem bir iş çıkarmış. Gece sahneleri sektöre reset attı desem yeridir.
Bölüm, 80 darbesini iki geçe,
aylardan hangisi, haftanın neresinde olduğunu bilmediğimiz bir gecede başladı.
Fragmandan beri koşarken gördüğümüz üç delikanlıyı nefis planlarla ve ters
bağlanmış steadycam eşliğinde takip ettik. Delikanlılar, şehrin sıkı yönetim
arsızı metruk sokaklarından havalı kalbine doğru koşar adım indiler. Gülali
(Efe Akercan), Seyfi (Ekin Koç) ve Feyzi’nin (Burak Dakak) o gece yazıya
çıkması aslında hikâyecinin de, yönetmenin de fikren ve kalben hayatın
neresinde durduklarını ve dahi duracaklarını ilan edişlerinin resmi gibiydi .Zira
o isyankâr yazıya çıkma öyküsü yaşanmadan bu tatda ne yazılır, ne de çekilirdi.
Hemen oracıkta anladık, kim yaralı, kim öfkeli, kim arızalı. Bana göre Zeynep
Günay Tan rejisinin en büyük başarısı ve büyüsü de tam burada başlıyor. Çünkü tek
bir aşk sahnesi dahi olmadan Halil’in Gülümser’e fena halde yangın olduğunu,
Gülümser’in arada kalmışlığını; Suna’nın gururlu bir kadın olduğunu; Eşref’in
ağzından çıkan o üç cümleyle nasıl bir ‘adam’ olduğunu, tek bakışla Suna ile
arasındaki sancılı süreci şıp diye anlamanızı sağlıyor.
Benim Adım Gültepe’nin hikayesine
gelirsek; Zeynep Günay Tan’ın hikâyeye hizmet eden bir reji anlayışı var. Hep
bunu yapıyor. Bir avuç toprak veriyorsunuz eline, size uçsuz bucaksız bir bağ
bağışlıyor. Bunu koy cebe. Uzun ve sıkıcı karakter antrelerini sevmem. Vural Yaşaroğlu
da bu hemen her senaristin kapıldığı “İlk bölümdür uzun uzun karakterleri anlatalım”
tuzağına düşmemek için olsa gerek lazım gelen yerleri de es geçmişti. Ziya ve
Eşref gibi.. “Güçlü adam” olacağım noktasına gelen Seyfi’nin durduk yere önüne
gelenden tokat yiyen bir delikanlı olması dışında elle tutulur sebeplerini
dinlemek değil, görmek de isterdim. Dün gece yolculuk ortaklarımızın
dertlerini, aralarındaki çatışmanın da vaadlerini muhteşem bir görüntü şöleni
eşliğinde dinledik. Henüz izlememiş olanların hevesini kaçırmamak için fazla
detaya girmeyeceğim ama bölümün tercih ettiği durağan ve parçalı dağınık izlek
ekran karşısında bezelye ayıklayan seyirciye yeterli gelecek mi, göreceğiz. Bu
bölüme bakınca hikayenin selahiyeti açısından ellerinde çok iyi bir ikinci ve
üçüncü bölüm hikayesi olduğunu hayal etmek istiyorum.
Vicdan ile ekran radarımıza giren Hakan Karsak, 2012'de Sultan dizisinde rol almıştı.
Oyunculuklara gelince; Cast
Direktörü Mine Güler bu sefer benim gibi bir huysuzun bile kulp takamayacağı
kadar başarılı bir kadro kurmuş. Tek bir karakter sırıtmadı, “Bu ne yahu?”
dedirtmedi. Kadro çok sağlam oyuncular; gelecek vaad eden gençler ve parçası
oldukları hikâyeyi taşıyabilecek çapta oyuncu adaylarıyla kurulmuştu. Oyunculuk
eleştirirken tek kriterim inandırıcılıktır. Dün izlediğim hikâyedeki oyunculara inandım ya da inanmaya niyet ettim. Bu sebeple hepsine peşinen
teşekkür ederim.
Üç projedir Zeynep Günay Tan
ile çalışan Mete Horozoğlu ise kısa bir an göründüğü bölümde bile bambaşka bir
adam olarak karşıma çıktı. Yerim dar, zaman mı var diyen meslektaşlarına
Horozoğlu’nun performansı küpe olsun. Memelerini sallaya sallaya gezinerek bu
hikâyede en büyük golü ondan yiyeceğime peşin peşin inandığım Gülümser’e can
veren Ayça Bingöl’ü; duruşuna bakınca “Kızım olsa minibüsçüye verirdim!”
dedirten İlker Kızmaz’ı; Suna’yı beden diliyle de kusursuz şekilde giymiş olan Evrim Alasya’yı; Ekin
Koç’u; ille de Olgun Toker ve Selen Öztürk’ü; az izin versen karikatür ile
sınır komşusu olacak bir karakteri buz gibi giymiş Hakan Karsak’ı çok beğendim.
Sana acıların değil, yasakların korkunç hikayesini anlatacağım, dinle!
Sedat Yücel görüntüleriyle
taçlanan, hikayeye ölümüne hizmet eden ve –bence- sadece kendiyle yarışan
cinsiyetsiz Zeynep Günay Tan rejisini ve slow motion imzalarını özlemişim. Bize
Gültepe’nin ruhunu okuyan Nejat İşler’in sesi, Cem Yıldız ve Uğur Akyürek’in
müzikleri, Murat Güney’in sanat yönetimi ve Mark Marnikovic’in kurgusuyla izlediğim görüntüler çok daha etkileyici olmuştu, her birinin gönlüne
sağlık olsun. Yayın
çıkışından mı, benim televizyonun son kullanma tarihi geçti de ondan mı bilmiyorum ama,
bölümün teknik açıdan dile gelmeye değer tek defosu ses miksajıydı. Yayından
sonra tekrar izlemek zorunda kaldım çünkü yer yer karakterlerin ağzından çıkanı
duymadım. Ortam sesi ve diyaloglar birbirine girmiş haldeydi. Ender Yeşildağ ve
Kaan Tatlı’ya da bu vesileyle mahsus selam ederim.
Özetle; Benim Adım Gültepe, dün gece, “Girmek Yasaktır”
tabelasına kafadan zum yaparak seyirciye adeta “Az sabır gösterirsen sana acıların
değil, yasakların ürkünç hikayesini anlatacağım.” diyordu. Duymadınız mı? Ne
büyük talihsizlik.. Hemen izleyin lütfen..
Böyle işte..
R.
● Bu yazı 04.09.2014 tarihinde radikal.com.tr'de yayınlanmıştır.