Buz yoluna gitti… Romeo ve Juliet
Güzelliğin sancağı hala kıpkızıl duruyor dudaklarında, yanaklarında ölümün solgun bayrağı çekilmemiş oraya. Juliet, neden böyle güzelsin hala?
Başlık biraz “hafifçe” diye, sanılmasın ki 19. bölüm yüreğimi dağlamadı… Herkes gibi ben de yandım Özlem ve Alparslan’ın imkansız aşkına ve yitip giden umutlarına… Özlem ve Alparslan’ın durumunu bir nev-i Romeo ve Juliet allegorisi olarak okursak pek de karşı çıkan olmaz herhalde. Düşman aileler, onların birbirinden vazgeçmiş gibi görünen ama deli gibi aşık çocukları, zehir (ilaç) ve zehirin 3. kişiler tarafından temini (buz kovası). 

Hikaye, Özlem’i ölümünden önce herkesle barıştırmayı seçmişti. Ünal ve Özlem ilişkisini izlerken, “ah, oldu mu sana hicran yarası Ünal beycim?” dediğim doğrudur. Ne var ki olmadı, Ünal ve Özlem çok da kötü ayrılmadılar. Geçen hafta kendi çapımda kendisini yerden yere vurduğum Alparslan’a (Yunus Emre Yıldırımer ), bu hafta yine kendi çapımda tebriklerimi göndermek istiyorum. Bir daha yıldızım barışmaz benim Alparslan’la diyordum ki ekrana yapıştım, ekrana! Valla hikaye çok güzel tutuyor kendisinin elinden, o da bu hafta altında kalmadı, sırtladı götürdü hikayeyi. Özlem’in öldüğünü anladıktan sonraki sahnelerde şaşkınlıktan acıya evrilen oyunu oldukça başarılıydı. Kendime sorup duruyorum, hikayedeki her bir karakteri gözlerini bile kırpmadan izleyen ben, neden Alparslan ve Özlem sahnelerinde sıkılıyordum? Sanırım sebebini buldum…

Özellikle Alparslan’ın motivasyonsuz bir şekilde yurtdışından gelip, olayların içine göbekten dalması ve racon kesmesiydi sanırım beni rahatsız eden. Karakterin geçirdiği bu değişimi özümseyemiyordum. Sen ki Amerika’da okuyan bir bebesin, ailenin yaptığı işlerde bezin yok; ne oldu da İlyas’ı bile basacak kadar değiştin diye sinirleniyordum Alparslan’a. Tamam, strateji dersleri aldı, sevdiği kadından vazgeçmek zorunda kaldı falan ama… Alparslan’ın yurtdışında kalmasının etkilerini görememiştik karakterde, efendiliği dışında. Bu bölüm olaylarla baş etme şekli tam Amerika’larda okumuş, kaderinde yazılı olan aile işlerini sırtlamak zorunda kalmış bir adama yakışır şekildeydi. Şaşırdı, ürktü, panikledi, bol bol ağladı, amcasına sarıldı kuzu kuzu… Ağlamak isterken avazı çıktığınca, suyun sesiyle hıçkırıklarını bastırmaya çalışması çok etkileyiciydi.


Bi günüm de olaysız geçsin be…

Eşkıya çoğu zaman karakterlerin sürükleyip götürdüğü bir dizi oldu. İçinde elbette ki aksiyon var, ama bir bölümünü izlemeyen birine anlatmayı deneyin… Bir iki ana aksiyon dışında, İlyas şunu dedi, Hızır bunu yaptı derken bulursunuz kendinizi. Bu bağlamda bölümün en severek izlediğim sahneleri İlyas ve tayfanın ormandaki sahneleri oldu. Kan hakkı, Mahmut’un bulunamaması üzerinden dönen diyaloglar hem eğlenceli, hem de çok gerçekti. Bir an düşündüm, enişte bizim kapıyı çalsa, kendine has patavatsızlığıyla “ya buralarda bi ceset görmüş olabilir misiniz?” dese, manyak bu adam, dalga geçiyo benimle demem biliyor musunuz? O kadar gerçekler ki! Mafyatik yanlarına eşlik eden insani özellikleri o denli birbirinden ayırıcı, verdikleri tepkiler o denli uyumlu ki… Kişisel tercih olarak devlet işlerinden bahseden girift yapılardan hoşlansam da, Hızır’ın tayfası kalbimin tam orta yerinden vuruyor beni.


Yunus…Yunus…Yunus…

Bölüm’ü domine eden temel olay Özlem-Alparslan ilişkisi olduğu için, konuya o taraftan başladık. Fakat sanılmasın ki, ilk sahnelerdeki Hızır-Meryem karşılaşması gözümüzden kaçtı. Nazlı’nın bebeğini kucağında tutan Meryem’in meçhule gözünü dikip dalması, Hızır’ın odaya girip Nazlı’nın durumunu çekine çekine sorması, Meryem’den oğlunu isteyememesi; anca o verince kucağına alması… O kadar zor bir duruma soktu ki Hızır hem kendini, hem de sevdiklerini… Sevdiği iki kadın, olanları kabullenemeyen iki çocuk, gelini için üzülen ama aynı zamanda doğan torunu için de sevinen bir anne… Hızır bu işlerin içinden nasıl çıkacacak fena halde merak ediyorum.

Meryem’i bu bölüm çok az görmüş olmamıza rağmen, “ebe” mevzusuna koptum. Kadınların olduğu yerde laflar nasıl değişiyor, herkes kendi istediği yere nasıl çekiyor gördük. Çok güzel düşünülmüş bir detaydı, tebrikler…


Tipi’m… Sensiz olmaz…

Diğer karakterlere kısaca bir bakalım: Özer bey konusunda hislerim hala netleşmedi. Testereyle kafa kesen bir adamın, Ünal’ın yanında mülayimlikten öte bir ezikliğe girmesini pek oturtamıyorum kafamda. Özer bey, işi dışında iyi ve adil bir adam olabilir ama bazı hareketleri oldukça ezik duruyor. Şahin Ağa ve Selim hala hastanedeler. Selim’le ilgili bir hikaye açılacak muhtemelen ama Şahin Ağa neden hala taburcu olmuyor, bize ne faydası var anlayamadım. Bu arada Şahin Ağa her konuştuğunda ceketinin düğmelerini ilikleyen bir tek ben miyim? O davudi ses tonuyla “çişim var” dese, hemen saygı duruşuna geçerim o derece.

Sibiryalı kendisinden beklenmedik derecede zeki davrandı. Özlem’in uçaktan indiğini öğrenince, “her genç kız gibi babasına oyun oynuyor. Hızır’ın yeğeniyle buluşacak” demesi neydi allasen. Ha bir de, Hızır’ın bardak koklayarak buza ilaç karıştırıldığına ve yapanın da Sibiryalı olduğuna ulaşması var… Deduction diyoruz biz buna ve yüksek doz Sherlock içeren hareketler bunlar Hızııırrrr… Yaren’in çok gereksiz bir karakter olduğunu tek düşünen ben miyim? Hala ortalarda olduğuna göre, bir yerlere yerleştirilecek. Özel ricamdır, Alparslan’la alakası olmasın lütfen, teşekkürler. Ve… Adamım Mahmut… Ölmemiş galiba yaa ölmemiş… Sensiz her şey çok anlamsız lütfen geri dön bebeğim. Gerçi kafana sıkıldığını gördük ama yaparsın sen bi güzellik…Özlem’in defnedildiği sahne, Türk dizi tarihinin en etkili ve en detaylı defin sahnesi olmaya aday bence. Mezar POV’undan verilen kürek darbeleri içimi acıttı, hayatı sorgulattı bir kez daha…

Eşkıya’nın 19. bölümü gözyaşlarının sel olduğu, ultra duygusal bir bölümdü. Alparslan kendisini ve amcalarını testerenin altına girmekten nasıl kurtardı, onu da haftaya göreceğiz.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER